8 Ekim 2012 Pazartesi

SURİYE VE İRAN SORUNU (ORTADOĞU VE ORTA ASYA'DA BÜYÜK OYUN VE OYUNCULARI), İbrahim Okcuoglu


SURİYE VE İRAN SORUNU
(ORTADOĞU VE ORTA ASYA'DA BÜYÜK OYUN VE OYUNCULARI)
 İbrahim Okcuoglu
Akdeniz Alanında tektürel ve çoktürel faktörler bir arada bulunmaktalar. Belli bir bütünselliği olan bu coğrafi alanda tarih boyunca çatışmaları, işbirliğini, ilhakları, ötekileştirmeyi ifade eden aşamalardan geçilerek günümüze gelinmiştir.
1990 öncesinde iki süper gücün (ABD ve Sovyetler Birlği) rekabeti bölgedeki siyasi, askeri ve ekonomik gelişmeye damgasını vuruyordu. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra bu alana Batılı emperyalist ülkeler, NATO ülkeleri deniz güçleri tamamen hakim oldular. Ama bu hakimiyet durumu Akdeniz Alanının politik olarak parçalanmışlığını ortadan kaldıramadı. Siyasal parçalanmışlığın yanı sıra bu alanda Kuzey-Güney arasındaki ekonomik gelişme ve buna bağlı olarak yaşam standardındaki farklılık da giderek büyüdü.
Deniz ve ticaret yollarının, Cebeli Tarık, Çanakkale boğazlarının ve Suveyş Kanalı'nın kontrolü Akdeniz Alanındaki güçlü ülkeler ve dünya hegemonyası için rekabet eden güçler tarafından her dönem önemli bir stratejik sorun olarak algılanmıştır.
Zengin petrol ve doğal gaz yataklarını keşfedilmesinden sonra (1871 Baku, geçen yüzyılın '30'lu yıllarında Basra Körfezi, aynı yüzyılın '50'li yıllarında Kuzey Afrika ve 1990'lı yıllardan bu yana da Hazar Havzası-Orta Asya alanı) Akdeniz alanı, Basra Körfezinden, Hazar Havzasından (Karadeniz ve Türkiye üzerinden) petrol ve doğal gazın nakliyatının (boru hatları ve tanker rotası) kesiştiği bölge, kısmen dağıtım istasyonu (örneğin Ceyhan-Türkiye) olmuştur. Bu özelliğinden dolayı Akdeniz Alanı ekonomik ve buna bağlı olarak askeri olarak daha da önemli ve rekabet yeteneğine sahip bölgesel ve dünya-hegemonal güçleri için vazgeçilemez olmuştur.
Akdeniz Alanının uluslararası geçerli ortaklaştırılmış bir tanımı yok. Farklı dönemlerde farklı disiplinler tarafından farklı tanımlamalar yapılmıştır. Konuyla ilgilenen her bilim insanı, somut amaca bağlı olarak farklı tanımlama yapmıştır. Tanımlama farklılığı dar anlamda -Akdeniz ve kıyı ülkelerle sınırlandırılmış tanımlamadan- geniş anlamda Batıda Atlantik kıyılarına, Güneyde Sahra Çölü'nden Gobi Çölü'ne, Kuzeyde Baltık Denizi'ne/Kuzey Denizi'ne kadar uzanmaktadır.
Gerçekçi olan tanımlama ancak Akdeniz ve kıyı devletleriyle sınırlı olan tanımlama olabilir. Aşağıda böyle bir tanımlamaya uygun düşen haritayı görüyoruz: 
Akdeniz Alanı, sadece coğrafi ve tarihsel bakımdan değil, 21. yüzyılın başından bu yana çeşitli alt-bölge örgütlerine üyelikten dolayı kurumsal olarak da parçalanmıştır.
1-Akdeniz Alanıyla bağlama içinde Kuzey Afrika, Yakın ve Ortadoğu
Akdeniz Alanının güney kısmı, Fas'tan Mısır'a kadar uzanan alan -Kuzey Afrika- Ortadoğu'ya bağlanıyor. Akdeniz Alanının doğu kısmında -Türkiye, Suriye-Lübnan-İsrail/Filistin- Ortadoğu'nun batı ve kuzey kısımlarını oluşturan ülkeler yer almaktadır.
Latin Amerika'nın ve kısmen de Orta Asya Türk devletlerinin dışında Fas'tan Ortadoğu'ya uzanan alanda Arap devletleri dil, din ve kültür bakımından homojen bir yapıya sahipler. Aslında “Arap dünyası“ da bu homojenlikten ibarettir. Siyasi olarak bu dünya parçalanmıştır. 1990'dan önce ABD ve SB yanlısı olarak bölünen “Arap dünyası”, rejimin karakteri bakımından da (monarşi, askeri, “demokratik” (tek parti) farklılaşmıştır. Bu coğrafyada ülkelerin  bir kısmı (Fas, Tunus, Lübnan, sonraları Mısır) ABD ve Fransa yanlısı iken Cezayir, kısmen Libya, Suriye ve  önceleri Mısır) Sovyetler Birliği yanlısı bir konumdaydı.
1945'te kurulan Arap Birliği, emperyalist ülkelerin bölge üzerindeki siyasi, askeri ve ekonomik nüfuzundan ve Arap ülkelerinin bu nüfuza göre konumlanmalarından dolayı esas amacı olan “Arap ülkeleri arasında ekonomik, kültürel, siyasi ve sosyal ilişkileri” düzenlemeyi sağlayamamaktadır.
Sonuç olarak şunu diyebiliriz: Kuzey Afrika ve Ortadoğu'dan oluşan bu alan siyasi, ekonomik ve askeri olarak farklı uluslararası örgütlere üyelikten dolayı bölünmüş durumdadır. Bu alanda AB (öncelikle Fransa, İtalya, İngiltere ve Almanya), ABD, Rusya, Çin, Türkiye, İran gibi yerel ve uluslararası aktörlerin çıkar çatışmaları bölgenin ve ülkelerinin geleceğini doğrudan ilgilendirmektedir.
2-Arap ülkelerinde halk ayaklanmalarının sonuçları
Burada söz konusu ayaklanmaların sonuçlarının analizinden ziyade bu ayaklanmaların sonucunda jeopolitik açıdan değişimin olup olmadığı üzerinde duracağız. Ama öncelikle bu ayaklanmaların devrim olarak tanımlanmasının yanlış olduğunu belirtelim. Devrim, bu kadar örgütsüzlük içinde, bu kadar kendiliğindenci bir gelişme olamaz. Devrimi bu kadar “ucuz” olamaz. Bu ayaklanmaları en fazlasıyla devrimci sürecin yansıması olarak görebiliriz. Bu bir yana.
Bu ayaklanmalara bağlı olarak ortaya çıkan ve cevaplandırılması gereken bazı sorular var:
Bu ayaklanmalar sonucunda bölgedeki jeopolitika değişmiş midir?
Yeni bir jeopolitika için maddi koşullar oluşmuş mudur?
Amerikan emperyalizmi bölge üzerindeki belirleyici nüfuzunu koruyor mu?
Bölge üzerinde Rusya'nın ve Asya'nın (öncelikle Çin'in nüfuzu artıyor mu?
Bu ayaklanmalar petrol ve doğal gaza erişimi, üretim ve dünya pazarlarına sevkıyatını (boru hatları) nasıl etkiledi veya etkileyecek?
İran, Batı dünyasından (ABD, AB) gelen baskılara karşı koymaya devam edebilecek mi?
Rusya ve Çin ne ölçüde İran'ı desteklemeye devam edebilirler?
Türkiye'nin Ortadoğu'daki rolü ne olabilir?
Burjuvazinin tanımlamasıyla ifade edersek “Arap baharı” bana göre bir “Arap kışı”na dönüşmüştür. Yine burjuva-liberal tanımlamayla ifade edersek “Arap devrimleri”  karşı devrimlere dönüşmüştür. Ama adını doğru koyarak ifade edersek Arap ülkelerinde halk ayaklanmaları, devrimci kalkışmalar, talep edilen burjuva emansipasyonu gerçekleştirememiştir. Belki kısmen Tunus'ta gerçekleşmiş olabilir ama bu ayaklanmalar bazı ülkelerde zor kullanılarak, katliamlarla bastırılmış (Cezayir, Fas, Bahreyn), bazılarında uzlaşma yoluyla bir çözüm arayışına girilmiş (Yemen), bazılarında da diktatörler değişmiştir (Tunus, Mısır). Libya ve Suriye örneğinde olduğu gibi emperyalist çıkarlara ters düşen rejimlere sadece yok olma şansı tanınmıştır. Bu nedenle Libya bombalanmış, tahrip edilmiş ve emperyalizm amacına ulaşmıştır. Şimdi aynı süreçten Suriye geçmektedir.
Tunus ve Mısır örneğinde olduğu gibi bu ayaklanmalar sonucunda bu ülkelerde burjuva güçler değil, dinci güçler güçlenmiştir. Veya Libya örneğinde olduğu gibi yıkılan Gaddaf-rejimi sonrasında ülke kaosa sürüklenmiş ve dinci, aşiretçi güçler güçlenmiştir.
Bu ayaklanmalar sonucunda iktidarın değiştiği Mısır ve Tunus'ta ve rejimin yıkıldığı Libya'da iktidara gelen güçlerin uluslararası ilişki anlayışında niteliksel bir değişme olmamıştır. Tunus'ta yeni iktidarın uluslararası ilişkilerde değişim diye bir derdi yok. Mısır'da da yeni iktidarın böyle bir sorunu yok. (Her iki ülkede de seçimleri İslamcılar kazandı) En fazlasıyla Mısır-İsrail ilişkilerinde belli sıkıntılar yaşanabilir. Öyle ki, Bahreyn ve Yemen örneğinde olduğu gibi rejim, güçlü protestolardan etkilenerek uluslararası ilişkileri yeniden gözden geçirme gereği dahi duymamıştır. 
Bu olguların toplamı, Ortadoğu'da yeni bir jeopolitikanın maddi zemininin oluşmadığını gösterir. Diğer bir deyişle, bölgede aynı karakterli emperyalistler arası çelişkiler ve bölgenin parçalanmışlığı devam etmektedir.
Başta ABD olmak üzere batılı emperyalist güçlerin Ortadoğu'daki siyasi, ekonomik ve askeri çıkarlarını rahatsız edebilecek emperyalist güçleri (bölgeden çekilmek zorunda kalan Rusya'yı ve uzak olan Çin'i) Ortadoğu sahnesine çekebilecek tek güç İran'dır.  Rusya ve Çin'in, Suriye'ye verdikleri destek sınırlıdır. Bu ülkelerden hiçbirisi Suriye için daha fazlasını yapmaz. Ama İran söz konusu olunca durum değişecektir. Çünkü İran stratejik konumu, yeraltı zenginlikleri -petrol ve doğal gaz- ve bundan kaynaklı ekonomik gücüyle bir bölgesel güçtür ve batılı emperyalist güçler karşısında sergilediği duruşuyla Rusya ve Çin'in adeta doğal müttefikidir. Bu konuya aşağıda geleceğiz.
Emperyalist ülkeler Ortadoğu ile neden bu kadar ilgileniyorlar sorusu, cevabı ezberlenmiş bir sorudur. Ama buna rağmen Ortadoğu'nun, Amerikan emperyalizminin dünya hegemonyasındaki stratejik önemini bir kenara koyarak ekonomik gücü açısından cevaplandıralım ve Ortadoğu sınırlarını büyük Ortadoğu sınırlarına kadar genişleterek ele alalım. Sorunun cevabı aşağıdaki haritada görülüyor: 
Haritaya göre 100 seneden daha fazla süre içinde petrol elde edilebilecek tek ülke Irak. 60-90 senelik petrol rezervi olan ülkeler ise İran, S. Arabistan, BAE, Kazakistan, Libya ve Kolombiya. Kazakistan ve Kolombiya hariç diğer ülkeler Büyük Ortadoğu alanında ve dördü ise (Irak, İran, BAE ve S. Arabistan Ortadoğu'da bulunmaktadır. Bu durum Ortadoğu'nun ekonomik önemini göstermektedir.
Ortadoğu'da petrolün bulunmasından ve ekonomik değerinin artmasından sonra bölgede emperyalistler arası çelişkiler de keskinleşmeye başlamıştır. Bunun sonucu olarak hakim olan her bir emperyalist güç bölgeyi kendi kontrolünde tutabilmek için yapay sınırlar çizmiş, yapay ülkeler oluşturmaya çalışmıştır. Taktik, “böl ve yönet” taktiğiydi/taktiğidir.
Fransa 1919/1920 döneminde etnik nedenlere dayanan devletçikler oluşturmaya çalışmıştır. Fransa ve İngiltere arasında Osmanlı topraklarını (Kürdistan ve Ortadoğu'nun Osmanlı devleti sınırları içinde olan toprakları) paylaşmak için 16 Mayıs 1916'da yapılan Sykes-Picot Anlaşması ve Sevr'in ön koşullarını oluşturmak için San Remo Konferansı (1920) Ortadoğu ve emperyalist çıkarlar bağlamında devletçiklerin kurulması, “böl ve yönet” taktiğinin uygulanmasından başka bir anlam taşımaz.
Devletçikler oluşturma politikası Irak'ın işgalinden sonra yeniden gündeme gelmiştir. Ortadoğu, bugün de geçerli olan “Lübnanlaştırma”, “Balkanlaştırma” veya “Iraklaştırma” kavramlarıyla ifade edilen emperyalistler arası çatışmaların ve kışkırtmaların merkezi olmaktan çıkmamıştır.
Aşağıdaki harita Amerikan emperyalizminin 21. yüzyılın başında Ortadoğu'yu kendi çıkarlarına göre yeniden şekillendirme politikasının bir sonucudur. Daha önce, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde  uygulanmaya çalışılan  Fransız ve İngiliz emperyalizminin “böl ve yönet”, etnik gruplara ayırarak, devletçikler oluştur politikasını 21. yüzyılın başında Amerikan emperyalizmi devreye sokmaya çalışmıştır. 
Amerikan emperyalizmi bölgedeki 14 ülkeden 19 ülke çıkartmayı planlamıştır. Ezilen, sömürge konumunda olan ulusların ve etnik grupların bağımsızlık ve demokrasi mücadelesinde bağımsız olarak ABD kendine göre bir Kürdistan kurmuş, S. Arabistan'dan iki devlet, Irak'tan üç devlet, İran'dan dört devlet çıkartmıştır. 
Bölgedeki yerel ve uluslararası aktörlere ve çelişkilere geçmeden önce belirtilmesi gereken bir nokta da şudur: AB'nin Fransa, İtalya ve İngiltere gibi emperyalist ülkelerinin NATO üzerinden Libya'yı bombalamaları aslında AB'nin Akdeniz Birliği üzerinden Akdeniz Alanı ve Ortadoğu'da hakimiyet politikasının bombalanmasından başka bir anlam taşımaz. 
AB, Akdeniz Alanı içinde kendi üyesi olmayan ülkelerle AB'nin politikalarını ortaklaştıramamış, bunun yerine Libya örneğinde olduğu gibi bilateral (ikili) ilişkilerle bu alanda etkili olmaya çalışmıştır.
Hemen bütün emperyalist ülkeler ve dünya çapında hegemonya kurma yeteneğine sahip ülkeler, Büyük Ortadoğu Alanı'nda ve dar anlamda Ortadoğu'da  bir biçimde varlıklarını sürdürmekteler. Bu ülkeler arasında en etkisiz ve “ilgisiz” gözükeni veya bölgede bir biçimde temsil edilmeyeni Hindistan'dır. Bölgesel aktörler Türkiye, İran, İsrail, S. Arabistan ve Mısır sorunlara doğrudan  müdahil durumdalar. Bu güçlerin önünde, arkasında veya yanında -nasıl tanımlandığı önemli değil- ABD, AB (Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya), Rusya, Japonya, Çin gibi emperyalist güçler yer almaktadır.
20. yüzyılın başında İngiliz, Fransız ve daha geri planda Alman emperyalizmi Ortadoğu üzerinde rekabet ediyorlardı. 1950'lere gelindiğinde bölge üzerinde egemenlik veya hegemonyada öncelik Amerikan emperyalizminin eline geçti. 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ama özellikle son çeyreğinde ABD ve revizyonist Sovyetler Birliği'nin rekabeti,  bölgenin siyasi, ekonomik ve askeri şekillenmesini belirliyordu. SB'nin dağılmasından sonra (1990/1991) tek kutuplu ve çok rekabet merkezli dünyada, bölgede ve dünyanın başka alanlarında Amerikan emperyalizmiyle boy ölçüşecek gücün olmamasından dolayı ABD, “Avrasya jeopolitikası”nı geliştirdi. Dünya hakimiyeti kurmaktan başka bir anlam taşımayan bu jeopolitikanın gerçekleşmesi için olmazsa olmazlardan birisi de geniş anlamda Ortadoğu'nun (“Büyük Ortadoğu Projesi”) Amerikan hegemonyasında olması ve rekabet yeteneği olan başka emperyalist güçlerin (somutta da Rusya ve Çin'in) bölgeden uzak tutulmasıydı. Irak'ın işgaline bu açıdan da bakılmalıdır. İran'a karşı Amerikan tavrının altında yatan bir neden de bu ülkenin Amerika'nın bölge üzerindeki tam hakimiyetinde engelleyici konumda olmasıdır. İran “Geniş Ortadoğu Projesi”nin Avrasya ile birleşmesinin önündeki fiziki engeldi. Bugün ise İran, böyle bir engel olmanın ötesinde bölgede yayılan nüfuzu ile Amerikan hegemonyasını vurmaktadır (Suriye, Irak hükümetinin İran'a yakınlığı).
Arap ülkelerindeki ayaklanmalar “Geniş Ortadoğu Projesi” içinde yer alan ülkelerdeki gelişmelerdir. Bu ayaklanmalar sonucunda emperyalist ülkelerin bölge üzerindeki hakimiyetinde ve politikasında nitel bir değişim olmamıştır. Aynı zamanda bu ayaklanmalar sonucunda bu ülkelere burjuva demokrasisi de gelmemiştir. Bölge üzerinde söz sahibi olmak isteyen yerel ve bölge dışı güçlerin durumunda, güçler dengesinde de önemli bir değişim olmamıştır. Ancak birtakım politik değişimler olmuştur.
Birçok yazılı basında ve tartışmalarda ABD, Ortadoğu politikasını daha ne kadar finanse edebilir türünden sorular sorulmaktadır. Bu türden soruları soranların dünya politikasından bihaber olduğunu söylemeliyiz. Ortadoğu, Amerikan emperyalizmi için dünya çapında hegemon güç olarak kalıp kalmayacağının doğrudan bir ölçüsüdür. Ortadoğu'dan kovulmuş, etkisizleştirilmiş bir ABD, dünya gücü olmaktan çıkmış demektir. Öyleyse ABD Ortadoğu'da kovulana kadar var olacaktır ve bölgeyi kendi çıkarlarına göre şekillendirmeye devam edecektir.
Suriye'deki gelişmelerle birlikte Türkiye'nin komşularıyla “sıfır sorunlu” dış politika anlayışı da tarihe karışmıştır. Mısır'da Mübarek döneminin geride kalması, Mısır'ın yeni yönetimle birlikte Ortadoğu politikasını, ABD-politikasını, Filistin-politikasını ve nihayetinde İsrail-politikasını gözden geçirdiği anlamına gelmez. Bu yönde bir gelişme yok.
“Büyük Ortadoğu Projesi” alanı bir kaos alanıdır; emperyalistler arası ve yerel güçler arası çelişkilerin ve çıkarların çatıştığı bir alandır.
Bu projenin kapsadığı alanı ve ülkeleri aşağıdaki haritada görüyoruz. Fas'tan en doğuda Pakistan'a, Kuzeyde Türkiye'den Güneyde Sudan-Yemen hattına kadar uzanan bölgededir. 
Bu alan emperyalistler arası çelişkilerin keskinleşmiş olduğu yerel çatışmaların devam ettiği bir alandır. Örneğin Sudan'ın ikiye bölünmesi, bu bölgede petrolden kaynaklı emperyalistler arası çelişkilerin sonlandığı anlamına gelmez. Şu anda hakim olan, sadece geçici bir sessizliktir.
Amerikan emperyalizminin on binlerce askerini geride bırakarak Irak'tan çekilmesi, Irak sorununun sonlandığı anlamına asla gelmez.
Afganistan'dan yine on binlerce askeri geride bırakarak çekilmek -şayet bu mümkün olursa- Afganistan sorununun sonlandığı anlamına gelmez.
Suriye'de olası rejim değişikliği Suriye sorununun çözüldüğü anlamına gelmez.
Kürt ulusunun, ulusal kurtuluşunu elde etmediği bir “barış” sürecine sürüklenmesi bu sorunun sonlandığı anlamına asla gelmez.
Ortadoğu'da rekabet sadece siyasi nedenlerle veya petrol ve doğal gaz üretimiyle sınırlı değildir. Bir de üretilen petrol ve doğal gazın dünya pazarlarına taşınma sorunu vardır. Bu alanda da emperyalist güçler ve yerli aktörler kendi aralarında kıyasıya rekabet etmekteler.
Boru hatlarında birbirini dışlayan güçlerin rekabetini görüyoruz:
Batı (AB ve ABD) Hazar Havzası ve Orta Asya kaynaklı petrol ve doğal gazın Rusya'yı dışlayan bir güzergah üzerinden dünya pazarlarına taşınmasını talep etmekte ve buna göre de hareket etmektedir. Bu durumda güzergah konusunda tek alternatif Türkiye'dir. Bu nedenle Baku-Tiflis-Ceyhan Boru Hattı inşa edilmiştir. Bu nedenle Nabucco Boru Hattı projesi gündeme gelmiştir. (Bu hattın inşa edilmeyeceği üzerine de yazılıp çiziliyor. Baku-Ceyhan için de olmayacak, yapılmayacak diye yazılıp çizildi. Ama proje gerçekleştirildi. ABD/AB ile Rusya arasındaki rekabet var olduğu ve İran'ın mevcut duruşunu devam ettirdiği müddetçe Rusya'yı dışlayan boru hatları da inşa edilecektir. Bu nedenle Nabucco bir biçimde inşa edilecektir).
Başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist üçler, Hazar Havzası ve Orta Asya enerjisinin dünya pazarlarına taşınmasında Rusya gibi İran'ı da dışlıyorlar. Güzergah konusunda İran'ı dışlandığında geriye alternatif olarak Basra körfezi ve Türkiye kalmaktadır. Bu durumda Hazar Havzası/Orta Asya enerjisi İran'dan dolayı Basra körfezine taşınamadığı için Türkiye tek alternatif oluyor. Basra Körfezindeki enerji üretim de kısmen Türkiye ve Suriye üzerinden Akdeniz'e, ama daha yoğun olarak da Basra Körfezi üzerinden dünya pazarlarına taşınmaktadır.
Çin ve Japonya Rusya, Kazakistan ve Türkmenistan petrol ve doğal gazını Orta Asya'dan doğuya doğru döşenmiş hatları kullanıyorlar.
3-Ortadoğu üzerine Türkiye'nin jeopolitik ve jeostratejik bakışı
Yukarıdaki haritada Türkiye'nin jeopolitik önemini ve bunun nedenlerini görüyoruz. Türkiye, emperyalistler arası rekabetin dönem dönem keskinleştiği, dönem dönem geri planda kaldığı üç rekabet alanının -Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkasya- ortasında yer alıyor. Açık ki konumundan dolayı Türkiye'nin, kapitalizm koşullarında bu üçgen içinde olmanın beraberinde getirdiği ve getireceği sorunlardan kurtulma şansı pek yoktur.
Türkiye ayrıca dünyanın ikinci derecede önemli petrol ve doğal gaz alanı olan Hazar Havzasına  yakındır. Bu alan, özellikle Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra önde gelen bütün emperyalist ülkelerin -ABD, AB (özellikle Almanya, Fransa ve İngiltere), Çin, Rusya- ve Türkiye ve İran gibi bölgesel aktörlerin  enerji politikaları doğrultusunda tepiştikleri dar bir alandır.
Türkiye'nin, Sovyetler Birliği'nin güneye,  Ortadoğu'ya, Akdeniz'e inmesinin önünde bir “sürgü” olsun diye NATO'ya alınmasından bu yana çok şey değişti. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra ise Türkiye'nin stratejik önemini kaybettiği üzerine yapılan tespitlerin ömrü fazla uzun olmadı. NATO çerçevesinde biçilen yeni role göre Türkiye, genellikle “cephe devleti” ve güvenlik stratejilerinin anahtarı ülke olarak görülüyordu. Bu da pek tutmadı. Türkiye'yi belirtilen rekabet alanlarının ortasında kalan “istikrar çapası” olan, “köprü işlevi” gören ülke olarak tanımlamak da yeterli olmadı.
Ancak Türk sermayesinin her üç rekabet alanında da çıkarlarının olduğu ve bunun hesaba katılması gerektiği kabul edilince Türkiye'ye bakış açısında belli değişimler oldu. Türk burjuvazisi, uluslararası ekonomik, siyasi ve askeri ilişkilerde, söz konusu üçgenin her üç ayağındaki gelişmelerde ve buna ek olarak Orta Asya'da bölgesel bir güç olarak kabul edilmeyi ve ona göre de hareket edilmesini “hal ve gidişi”yle talep etti.
Revizyonist blokun dağılmasından sonra çok rekabet merkezli olan dünyanın jeopolitikası Türkiye'nin önemini daha da artırmıştır. Türk burjuvazisi bunu görerek hareket etmektedir.
Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra Kafkasya/Hazar Havzası'nda ve Orta Asya'da Türk devletleriyle ve Rusya Federasyonu içinde kalan Türk ve Müslüman toplumlarla geliştirilen ilişkiler, başlangıçtaki pantürkist özelliğinden çok şey kaybederek yerini pragmatik ilişkilere bırakmıştır. Tek başına veya batılı emperyalist sermaye ile birlikte Türkiye'yi bu bölgeden söküp atmak kolay olmayacaktır.
Bu alanda Türkiye tek başına veya ABD ile birlikte Rusya'ya karşı rekabet ve işbirliği ekseninde gelip-giden bir politika izlemektedir.
Balkanlarda ABD, AB ve Rusya'nın yanı sıra Yunanistan, Sırbistan, Hırvatistan, Bulgaristan ve Rusya karşısında Arnavutluk, Kosova, Bosna-Hersek ve Makedonya bir nevi İslam “cephe”si oluşturmuş durumdadır. Türkiye de bu “cephe”nin koruyucusu rolünü üstlenmiş görünmektedir.
Türkiye bu bölgede Yunanistan, Sırbistan, Hırvatistan, Bulgaristan ve Rusya ile rekabet ve işbirliği ekseninde gidip-gelen bir politika izlemektedir.
Türk burjuvazisinin “komşularla sıfır sorun” politik anlayışının geçerli olmadığı alan, Ortadoğu'dur. ABD-Türkiye-İsrail üçlüsü, Türkiye-İsrail ilişkilerinin bozulmasından sonra Ortadoğu halklarına ve başka emperyalist ve yerel güçlere karşı ortak hareket edemiyor. Ancak ABD-Türkiye ve ABD-İsrail ikilisi bölgede politika geliştirebilecek durumda.
Emperyalistler arası çelişkiler/çıkar çatışmaları ve muhtemel cepheleşme bakımından Ortadoğu, küçültülmüş dünyadır. Bir taraftan ABD, AB ve bölgesel aktör olarak Türkiye ve S. Arabistan, bunun karşısında da Rusya, daha arka planda Çin ve bölgesel aktör olarak İran durmaktadır. 
Ortadoğu'da Türkiye bu güçler dengesi içinde rekabet, çatışma ve işbirliği ekseninde gidip-gelen bir politika izlemektedir.
4-Ortadoğu'da büyük oyun ve oyuncuları
Suriye'deki rejim ve karşıtları arasındaki çatışma, dünya çapında güçler dengesindeki saflaşmayı göstermektedir. Bu boğazlaşma denkleminin bir tarafında rejime karşı olanlar ve onların arkasında da başta ABD olmak üzere batılı emperyalistler (AB), bölgesel güç olarak Türkiye ve S. Arabistan durmaktadır. Diğer tarafta ise Esad rejimi ve arkasında Rusya, Çin ve bölgesel güç olarak da İran durmaktadır. Aslında burada karşı karşıya gelenler bir taraftan ABD-AB ve diğer taraftan da Rusya-Çin'dir.
Esad rejimi, azınlığın elinde olan ve ülkede Kasım1970'de hükumet darbesinden sonra Hafız Esad'ın devlet başkanı olmasıyla kurulan  bir “aile-Nusayri” diktatörlüğüdür.  Bu diktatörlük  hem Hafız Esad döneminde ve sonra da hala devam etmekte olan oğlu Beşar Esad döneminde dış güçlerin desteğiyle ayakta kalabilmiştir, kalmaktadır.
Birkaç cümleyle geçmişe bakalım: Mısır, Suriye ve Irak gibi ülkelerde ulusalcı subayların darbeyle iktidara gelmesi bölgede Amerikan çıkarları için olumsuz gelişmelerin ifadesiydi. Amerikan emperyalizminin istemediği darbelerle kurulan rejimler sonuçta Sovyetler Birliği'ne yöneldiler. Böylece revizyonist, sosyal emperyalist Sovyetler Birliği bu rejimler üzerinden Ortadoğu'da Amerikan emperyalizmi ile doğrudan rekabet etme olanağı bulmuş oldu. Yeni denge uzun sürmedi, ilk olarak Mısır 1967 Arap-İsrail savaşından sonra yüzünü ABD'ye çevirdi. İran devriminden sonra ise Irak ABD'ye yanaştı. Suriye, o zaman Sovyetler Birliği'nin, bugün de Rusya'nın tek müttefiki olarak kaldı.
Rus emperyalizminin Ortadoğu'daki uşaklık seviyesindeki tek dayanağı Esad rejimidir. Rusya bu rejimin ayakta kalması için elinden geleni yapmaktadır, ama Esad için de savaşmayacaktır. Rusya, eski dönemleri hatırlayarak “bizim gerçekliğimiz bu değil” havası içinde hareket etmektedir. Revizyonist Sovyet döneminden bugüne Rusya çok güç kaybettiğini kabullenmekte zorlanmaktadır. Açık ki Rusya Suriye için çok şey yapabilir, ama Esad için savaşamaz.
Rusya'nın yanı sıra Esad'ın yanında Çin ve İran da yer almaktadır. Esas olarak bu üçlü Esad rejimini uluslararası alanda siyasi, ekonomik ve askeri olarak desteklemekte ve beslemektedir.
ABD'nin Irak'ı işgal etmesinin (2003) sonuçlarından biri de Irak'ta Şii çoğunluğun desteklediği bir rejimin iktidar olmasıdır. Bu ABD'nin istemediği bir gelişmedir. Bu durumda ABD, Irak'ı İran'a “altın tepsi”de sunmuştur. Irak rejimi, her ne kadar ABD'yi celallendirmemeye dikkat ediyorsa da bölgede İran yanlısı bir politika izlemektedir. Irak'ı da yanına alan İran, Ortadoğu'da diğer Arap ülkeleri ve özellikle de Körfez ülkeleri için oldukça önemli bir tehdit oluşturmaktadır. Bu nedenle ABD-İsrail ikilisinin İran'a karşı savaşmasını en çok bu ülkeler isteyebilir.
İran Suriye'den vazgeçmez, ama asla vazgeçmez diyemeyiz. Esad rejimini bir yere kadar bütün gücüyle destekler. Ama Esad'ı destekleme adına Ortadoğu'daki genel çıkarlarını da tehlikeye atmaz. İran Irak ve Suriye üzerinden ve Lübnan'da da Hizbullah üzerinden Akdeniz'e açılana bir koridor oluşturmuştur. Bunun kalıcı olabilmesi için, İsrail, Türkiye ve sonuçta da ABD'nin Ortadoğu'daki nüfusundan çok şey kaybetmiş olmaları gerekir. Henüz böyle bir gelişmenin işareti dahi yok. Suriye'de iç çatışmalar devam etmektedir. Çatışmaların gelmiş olduğu bu aşamada ne ABD ve ne de Türkiye geri adım atabilir. E azından güvenirlik ve prestij sorunundan dolayı geri adım atamazlar. Suriye'de rejim değişiminin  yerli işbirlikçileri tarafından gerçekleştirilmesini talep etmekteler. Rejim değişikliği, Türkiye ve ABD açısından bir “pirus zaferi” olacağa pek benzemiyor. Rejim değişikliğinden sonra Rusya, Çin ve İran'ın Suriye üzerinde herhangi bir etkisi kalmayacak ve güç dengesi, ABD ve Türkiye lehine daha çok değişecektir.
Türkiye ile İran hem Ortadoğu'da hem de Kafkasya/Hazar Havzası'nda büyük ve giderek keskinleşen bir rekabet içinde. Her ne kadar Türkiye, İran söz konusu olduğunda tarihsel dostluktan ve işbirliğinden bahsetse de İran, Türkiye söz konusu olduğunda rekabeti içeren, dostluğu dışlayan söylemleri açıkça dile getirmektedir.
İran, Türkiye'ni Ortadoğu'daki ve Kafkasya/Hazar Havzası'ndaki nüfuzunu mutlaka kırmak istiyor ve bunu görünürde tek başına yapmaya çalışıyor. Türkiye ise bu konuda ABD'yi öne sürüyor. ABD-İran çelişkisinden yararlanıyor. Gerçekten de ABD'nin İran'ın nüfuzunu kırdığı her alanı Türkiye-ABD doldurmaktadır.
Ortadoğu'daki mevcut güç dengesi Türkiye'nin aleyhine dönmüştür. Böyle giderse bundan batlı emperyalist üçler de zarar görecekler. Türkiye, Güneyde İran-Irak-Suriye ve Lübnan/Hizbullah ekseni tarafından çevrilmiştir. Buna Kıbrıs Rum kesimini ve ilişkiler düzelmezse İsrail'in de katıldığını ekleyelim. İran, Irak-Suriye-Hizbullah üzerinden Akdeniz'e uzanıyor. Akdeniz'de enerji kaynakları üzerinde Rusya, Kıbrıs Rum kesimi ve İsrail ortak hareket ediyorlar. Böylece Türk sermayesinin Ortadoğu'ya inişi İran çıkarına kesilmiş oluyor. Bir de Türkiye'nin enerji bakımından (doğal gaz, petrol) İran ve Rusya'ya oldukça bağımlı olduğunu göz önüne getirirsek Türkiye açısından durumun ne denli vahim olduğu görülür.
Ortadoğu sahnesinde Esad rejiminin yanında yer alan diğer aktör Çin'dir. Geleceğin süper gücü diye tanımlanan Çin emperyalizmi, uluslararası alanda bir güç gösterisine şimdiye kadar girmemişti. Şurada burada Amerikan emperyalizmine karşı tavır almıştı. Ama genellikle ABD ile ilişkilerinde uzlaşma ekseninde bir politika hakimdi. Yanılmıyorsam ilk kez Suriye sorununda BM'de veto hakkını kullandı. Bu hakkı kullanması, Suriye'nin değil de bölgenin Çin açısından önemli olduğunun bir ifadesidir. Bugün Suriye Çin'in Ortadoğu'ya girişinde bir köprübaşı rolü oynamaktadır. Ama Rusya gibi Çin de Esad rejimi için BM'deki desteğinin veya başkaca maddi desteğinin ötesine geçecek bir çaba içinde olmayacaktır. Rusya gibi Çin de geleceği olmayan bir rejime sınırlı destek sunacaktır.
ABD'nin Suriye ve İran politikalarının seçimlerden sonra değişeceği ve Amerikan emperyalizminin sertleşeceği açıktır. Amerikan emperyalizmi Suriye'de   Esad rejiminin biran önce yıkılmasını ve İran'ın tecridinde önemli bir adımın atılmasını düşünmektedir. Bunu da ancak seçimlerden sonra gerçekleştirilebilecek durumda olacaktır.
İran sorununa geçmeden önce Türkiye'nin Batılı güçler açısından neden vazgeçilemez bir öneme sahip olduğunu belirtelim.
5-Batılı emperyalist güçler açısından Türkiye'yi vazgeçilmez yapan faktörler
Enerji politikası açısından:
Türkiye, ABD ve AB açısından Hazar Havzası ve Orta Asya petrol ve doğal gazının dünya pazarlarına taşınması bakımından mevcut güçler dengesine göre vazgeçilemez bir faktördür. ABD ve Avrupa'da rezervlerin tükenme aşamasında olması, başka alanlardaki -bu durumda Hazar Havzası ve Orta Asya- enerji kaynaklarını daha önemli kılmaktadır. Batılı emperyalist güçlerin amacı bu enerjinin Rusya'nın müdahale edemeyeceği bir güzergahtan dünya pazarlarına ulaştırılmasıdır. Bu da ancak Türkiye üzerinden gerçekleştirilebilir. Baku-Tiflis-Ceyhan boru hattı Rusya'yı dışlamanın doğrudan bir ifadesidir.
Hazar Havzası enerji rezervlerine müdahale Amerikan ve Türk politikası açısından ortak çıkar alanı olarak görülmektedir.
Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra bölgenin (Türk devletlerinin) enerji kaynaklarında İran'ın söz sahibi olmasının engellenmesi Amerikan ve Türk politikasında ortak hareket etmeyi beraberinde getirdi. İran'ı Hazar Havzası petrol ve doğal gazının dünya pazarlarına sevkıyatında dışlamak Rusya'nın yanı sıra Türk-Amerikan işbirliğinde ikinci bir nedendir. Bu durumda petrol ve doğal gazın sevkıyatında Türkiye alternatifsiz olmuştur.
Strateji çıkarlar açısından:
AB de Türkiye'yi stratejik önemi açısından değerlendiriyor. Ortadoğu ve Kafkasya/Hazar Havzası'ında Türkiye üzerinden rekabet gücüne sahip olacağını sanıyor ve bu anlamda da Türkiye'yi bir köprübaşı olarak görüyor. Bunun ötesinde Rus petrol ve doğal gazına bağımlılığı geriletmek için Orta Asya Türk devletlerinden alınacak petrol ve doğal gazın Rusya dışlanarak Avrupa'ya taşınmasına oldukça önem veriyor. Bu güzergah da Türkiye'dir.
Amerikan jeopolitik çıkarları açısından:
Amerikan emperyalizminin dünya hegemonyası politikasında, Avrasya jeopolitikasında Türkiye, bir “kilit ülke”dir. Bu jeopolitikanın uygulanabilmesi için olmazsa olmazlardan birisidir. Bu nedenden dolayı ABD, Türkiye ilişkilerini “stratejik ortaklık” ilişkileri olarak tanımlamıştır. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra geliştirilen bu jeopolitika öneminden bir şey kaybetmemiştir. Öyle ki, şu veya bu konuda ABD ve Türkiye'nin birbirlerine ters düşmeleri de  her iki ülke arasındaki ilişkide soğukluğa neden olmamıştır. Örneğin Irak konusunda farklı konumlarda olmaları da meselenin özünde bir şey değiştirmemiştir.
Bunun tek belirleyici nedeni, belirttiğimiz gibi Amerikan emperyalizminin Türkiye ile ilişkilerinin merkezinde  jeopolitik çıkarlarının  durmasıdır. Bu anlayış değişmediği ve koşullar da aynı kaldığı müddetçe ABD-Türkiye ilişkileri de böyle kalacaktır.
Mevcut ilişkiler, İran'da bir rejim değişikliğinden sonra, Amerikan yanlısı bir gücün iktidar olmasından sonra tamamen değişebilir. Amerikan çıkarları için Türkiye'nin oynadığı ve oynayabileceği rolü bu sefer İran oynayabilir. Hazar Havzası/Orta Asya petrol ve doğal gazını İran üzerinden dünya pazarlarına taşımak hem daha kolay hem de daha ucuzdur.
6- İran'ın çembere alınması
Suriye İran'ın Arap dünyasına açılış kapısıdır. Hafız Esad döneminden bu yana iki ülke arasındaki sıkı işbirliği bunun böyle olduğunu göstermektedir. İran, Suriye üzerinden Hizbullah (Lübnan) ve Hamas (Filistin) ile de ilişkilerini geliştirmiş ve bu güçler üzerinden Filistin ve Lübnan sorunlarını etkilemeye  çalışmıştır.
İran ve Suriye açısından “anti-İsraillik” stratejik bir amaç olmuştur. Ortadoğu'da hakimiyet mücadelesinde “anti-İsraillik” bu iki ülkenin elinde önemli bir faktördür.
Suriye'de mevcut rejimin yıkılması, sadece bu ülke ile sınırlı kalacak bir gelişme olmayacaktır. Suriye, İran için kaybedilmemesi gereken bir kaledir. Bu kalenin kaybedilmesi -Esad rejiminin yıkılması- durumunda İran'ın Ortadoğu'da işbirliği yapabileceği güçlü bir ortağı kalmayacaktır ve bölgede güç dengesi İran aleyhine değişecektir. Ortadoğu'da Suriye'siz İran, güçsüz bir İran demektir. Ama batılı emperyalistlerin, öncelikle de ABD ve onun kuyruğunda İsrail'in -içten içe de Türkiye'nin- Suriye'de rejimin yıkılmasından sonra İran'ın bölgedeki nüfuzunun gerilemesini beklemek diye bir niyetleri yok. Suriye'den sonra sıranın İran'a geleceğini bütün dünya biliyor. Atom silahı geliştirmesini engellemek için İran'a nasıl saldırırlar, orası bilinmez. Ama aynen Irak'a saldırmak için üretilen kitle imha silahları demagojisi İran için atom bombası seviyesinde işlenmektedir.
İran'ın bir Libya, bir Suriye olmadığını savaş çığırtkanları da biliyorlar. Bu nedenle İran'a karşı saldırı uzun dönemden beri hazırlanmaktadır.
İran'a saldırı ve savaş sadece bu ülke ile sınırlı kalmayacaktır, kalamaz da. Bu ülke de İsrail'e ve Körfezdeki Amerikan üslerine saldıracaktır ve savaş bir anda bütün Ortadoğu'ya yayılacaktır. Bu savaş, “nokta operasyonlarla sınırlı bir savaş” olmayacaktır.
Suriye sorununda olduğu gibi İran sorununda da bu ülkenin baş destekçileri Rusya ve Çin olacaktır. Rusya ve Çin, Suriye'nin uluslararası alanda koruyucusu durumundalar. Rusya'nın eski Sovyetler Birliği toprakları dışında kalan tek deniz üssü Suriye'dedir. Her iki ülke de Esad rejiminin devrilmesinin Amerikan emperyalizminin İran'ı dize getirme planının uygulanmasını oldukça kolaylaştıracağını biliyor. Sorun sadece İran'ın bölgede etkisizleştirilmesiyle de kalmayacaktır.  Dolayısıyla İran'da da başta ABD olmak üzere batılı emperyalistlerle Rusya ve Çin karşı karşıya geleceklerdir. Bu iki emperyalist ülkenin bir savaş durumunda İran'ı nasıl, hangi araçlarla ve nereye kadar desteklerler, bu bilinmez. Diğer taraftan fiili desteğin nasıl ulaştırılacağı da bir sorun olabilir. Çünkü aşağıdaki haritalarda da gördüğümüz gibi İran Amerikan üsleriyle sarılmıştır ve sınır komşusu ülkelerin hemen hepsi Amerikan yanlısıdır.
Harita İran'ın, ABD tarafından adeta çevrilmiş durumda olduğunu, ABD tarafından ne denli kuşatıldığını gözler önüne seriyor.
İran'a karşı olası bir savaş durumunda ABD ve muhtemelen bütün NATO, doğuda Afganistan'daki ve Pakistan'daki üslerini kullanacaktır.
Güneyde S. Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn'deki üsler; Batıda ise Irak'taki ve Türkiye'deki üsler kullanılacaktır.
Olası bir savaşta Türkiye, İran'ın Ortadoğu'da ve Orta Asya'da etkisizleştirilmesinden yana olacaktır. Bölgesel güç olarak İran'ın etkisizleştiği bir Ortadoğu ve Orta Asya'ya Türk sermayesi daha güçlü olacaktır. Ama Türkiye İran'da bir rejim değişikliğini istemeyecektir. İran'da rejim değişikliği, Batı yanlısı bir iktidar, Türkiye'nin stratejik konumunu doğrudan etkileyecektir. Türkiye, Hazar Havzası/Orta Asya enerjisinin Batıya ve dünya pazarlarına taşınmasından tek veya belirleyici öneme sahip güzergah olmaktan çıkacak, sevkıyat için İran toprakları ve mevcut boru hatları kullanılacaktır. Bu güzergah kısa ve ucuzdur.
7-Orta Asya'da büyük oyun ve oyuncuları
Burjuvazinin “Arap Baharı” diye tanımladığı Arap ülkelerindeki halk ayaklanmaları, Tunus, Mısır ve Libya'da diktatörlerin değişmesi, kısmen de olsa rejim değişikliği emperyalizmin, özelde de ABD ve AB'nin Kuzey Afrika ve Ortadoğu'daki varlığını, hegemonyasını ne derece olumsuz etkilediği cevabı verilmesi gereken bir sorudur. Cevap vermek için biraz zamana gerek var. Ama “sokağın” diliyle ifade edilirse dünyanın bu bölgesinde emperyalizm, somutta da Amerikan emperyalizmi yenilmiştir. Ben o görüşte değilim.
Suriye'deki iç çatışmalarda yer alan dış güçler aynı zamanda Ortadoğu'daki büyük oyunun da oyuncularıdır. Bu güçlerin, hakim durumda olan Amerikan emperyalizminin konumunda bir değişme henüz yok.
Orta Asya da Kuzey Afrika'nın kaderini paylaşıyor; burada da diktatörlerin hakimiyetinde yoksulluk, işsizlik, özellikle gençler arasında yüksek oranlara varan işsizlik kol geziyor, medya rejim tarafından kontrol ediliyor, muhalefetin siyasi faaliyet sürdürme alanı oldukça daraltılmış. Yeni bir “Arap Baharı”nın bütün nesnel koşulları mevcut. Ama ne batılı emperyalist güçler ne de doğulu emperyalist güçler (Rusya ve Çin) Orta Asya'da yeni bir “Arap Baharı”nın gelişmesinden yanadır. Bunlar dünyanın bu bölgesinde askeri üs inşa etmekle, birbirlerine karşı müttefiklik ilişkileri geliştirmekle, iktisadi ortaklıklar kurmakla meşguller.
Orta Asya'da veya daha geniş anlamda ifade edersek “İpek yolu” şeridinde hükümetler “Arap Baharı”ndan oldukça ürkmüşlerdi. Bu ayaklanmalarda demokrasi, özgürlük isteminden daha çok İslamlaşmayı görüyorlardı. Bu nedenle Facebook, Twitter yasaklandı, Çin'de İnternet filtresi uygulanmaya kondu.
Yukarıdaki haritada birleştirilmiş Ortadoğu ve Hazar Havzası/Orta Asya'nın adeta bir “cadı kazanı”nı andırdığını görüyoruz. Dar bir alanda bölge dışı ve dünya hegemonyası kurma yeteneğine sahip ABD, bölgede yerleşik güçler olarak Rusya ve Çin -her iksi de dünya hegemonyası kurma yeteneğine sahiptir (bunlara Hindistan'ı da dahil etmek gerekir) tepişmekteler. Bu güçlerin yanı sıra bölgesel aktör durumunda olan Türkiye, İran, Pakistan yer almaktalar. Hepsinin amacı petrol ve doğal gazdır.
Aşağıdaki haritada ise Türkiye'nin, İran'ın, Rusya ve Çin'in yöneldikleri bölge tanımlanıyor. Bu bölge Hazar Havzası ve Orta Asya'dır.
Esas büyük oyun Orta Asya'da oynanmaktadır. Ortadoğu'daki büyük oyun Orta Asya'dakinin ancak bir parçasıdır, oyuncuların konumunu güçlendiren veya zayıflatan bir öneme sahiptir. Avrasya'nın merkezini, kalbini oluşturduğu için Orta Asya belirleyici bir öneme sahiptir. Avrasya'da baş oyuncuları bir tarafta ABD, diğer tarafta da Rusya ve Çin oluşturmaktadır. Bunların yanı sıra bölgesel aktörler de var. Bunlar da Türkiye, İran ve Pakistan gibi ülkelerdir.
Bu oyunda hiçbir güç yerel iktidarları dikkate almaksızın başarılı olamaz. Önemli olan yerel iktidarları kazanabilmektir. Bunun tersi, yerel güçleri dikkate alınmaması işgal demektir ve günümüz koşullarında Orta Asya'da işgale yeltenen güç kaybeder. Özellikle ABD ve Çin bunun böyle olduğunu çok iyi biliyor.
Buradaki oyun aslında dünya hakimiyeti için bir oyundur. Bu oyunu kazananın dünya hakimiyeti için rekabette önemli bir mesafe katetmiş olacağı tartışma götürmez.
Bu bölgede demokrasicilik oyunu da oynanmamaktadır. Diktatörleri olduğu gibi kabullenmek esastır; bu ülkelerde demokrasinin hakim olduğunu -seçimler yapıldığına göre!- söylemekle ne ABD ne Rusya ve ne de Çin bir şey kaybetmiş olmayacaklar.
Amerikan emperyalizminin, Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Avrasya çıkartmasında katettiği mesafede gerilemeler oldu. ABD'nin, Avrasya'nın kendisinden ziyade bir Rus ve Çin nüfuz alanı olduğunu kabullenip kabullenmeyeceği pek belli değil, ama bunu kabullenmesi bu alandan çekilmesiyle eş anlamlıdır ve bu durumda da dünya hakimiyeti jeopolitikasını gözden geçirmesi gerekir. Bu jeopolitikanın merkezinde Orta Asya'ya hakim olmak yatmaktadır.
Bugün için ABD açısından bütün Orta Asya'da askeri üsler kurmaktan başka bir şey daha çekici değildir.
Yerel oyuncuların “hal ve gidişi” esas oyuncuları -ABD-Rusya-Çin- zor durumda bırakabiliyor, yeni politikalar oluşturmalarına neden olabiliyor.
Örneğin Haziran sonunda (2012) Özbek temsilcilerin “Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü”nü  (7 Ekim 2002 tarihinde altı Bağımsız Devletler Topluluğu ülkesi (Rusya, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Beyaz Rusya ve Ermenistan) tarafından kurulan hükümetler arası askeri ittifak) terk etmesi Rusya için büyük bir sorundur.
Özbekistan, bunun nedenini Afganistan konusunda görüş ayrılığı  diye açıklamıştır. Aslında esas neden ABD ile geniş kapsamlı ve çok yönlü görüşmelerdir. ABD, muhtemelen, 2005'te kovulduğu Khanabad askeri üssünü yeniden kullanabilecektir.
Anlaşma gerçekleşirse Özbek yönetimine bir dizi “mavi boncuk” verilebilir. Örneğin Özbekistan ABD'nin “stratejik müttefiki” ilan edilebilir ve rejim, ekonomik ve askeri olarak da desteklenebilir.
Amerikan emperyalizminin amacı, Orta Asya'da kendini her tarafa uzanabilecek duruma getirecek askeri üsler kurmak ve aynı zamanda İran'ı çembere almaktır.
Bunda Özbekistan'ın çıkarı ne olabilir? İslam Abduğanıyeviç Kerimov'un amacı Rusya'nın “Avrasya Birliği” stratejik planını akamete uğratmaktır. Özbek rejiminin çıkarı budur.
Tacikistan, ABD karşısında Rusya'yı Aini askeri havaalanı ile tehdit ediyor. Bu askeri üs Rusya'nın yurt dışındaki en büyük üssüdür ve orada 6000 kişilik bir  tümen konuşlandırılmıştır.
ABD, Kırgızistan'da başkent Bişkek yakınında bulunan Manas üssünü kullanıyor. Bu küçük üs, Afganistan savaşı için oldukça önemli. Buna karşın Rusya'nın da üç askeri üssü var. Kırgızistan bu üsler karşılığında daha fazla kira alma derdinde.
2014'te NATO Afganistan'ı terk ettiğinde durumun ne olacağı Orta Asya devletleri için oldukça önemli bir sorun. Amerikan emperyalizmi, Afganistan'dan muhtemelen Irak'tan çekildiği gibi çekilecek. Yani binlerce (20 000 ve daha fazlası dillendiriliyor)  “danışmanı” orada bırakarak çekilecek. Açık ki, çekilse de bu ülkeler üzerinden Afganistan'da bırakılan Amerikan askerlerinin  ihtiyaçları giderilecek. Bunun ötesinde ABD'nin, Orta Asya ülkelerini siyasi olarak korumak ve desteklemek için bir dizi öneri hazırlamış olduğu da bir muamma değil.
Açıktır ki, bu gelişmelere Rusya'nın sessiz kalmayacak, kendi çizgisinden çıkanı ve ABD ile ilişkileri geliştirerek Rusya'nın çıkarlarına ihanet edeni fena halde cezalandıracaktır.
Sovyet Birliği'nin dağılmasından sonra ABD'nin Avrasya'ya girişi ve ekonomik, diplomatik ve askeri adımları tek taraflı oyundu. ABD, büyük oyunu karşı oyuncu yokken oynadı. Ama özellikle Putin'in iktidara gelmesiyle durum değişmeye başladı ve Şanghay İşbirliği Örgütü'nün (The Shanghai Cooperation Organisation - SCO) kurulmasıyla Avrasya büyük oyununda ABD'nin rakipleri örgütlü olarak sahada yerini aldılar. Şanghay İşbirliği Örgütü  Çin, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan tarafından 1996'da yılında kurulmuş, 2001'de  Özbekistan'ın katılımıyla üye sayısını altıya çıkmıştı. Afganistan, Hindistan, Pakistan, İran ve Moğolistan gözlemci; Türkiye, Beyaz Rusya ve Sri Lanka diyalog ortağı ve  ASEAN, CIS ülkeleri ve Türkmenistan da misafir katılımcı statüsünde olan ülkelerdir. 
Şanghay İşbirliği Örgütü, ABD ve NATO'nun  füze kalkanı sistemine cepheden karşıdır. Bu sistemin   Orta Asya ülkelerine yerleştirilmesi imkansız gözüküyor. Bunun ötesinde bu ülkeler bir taraftan NATO'dan uzak durmaktan, diğer taraftan da bölgesel savaş sorununun bölgesel çözülmesinden yanalar. Bu anlamda  SCO, “bağımsız, tarafsız ve barışçıl” bir Afganistan talep ediyor. Afganistan sorununu bölgesel çözmek için olsa gerek bu ülke SCO'ya gözlemci statüsüyle kabul edildi. Bunun Türkçesi şu anlama geliyor: Rusya ve Çin, ABD'nin ve diğer batılı emperyalist ülkelerin Afganistan'daki nüfuzunu silip atmak için her şeyi yapmaya hazırlar. Avrasya'nın baş oyuncuları olan ABD, Rusya ve Çin biliyorlar ki, Afganistan'dan kovulan ABD, aynı zamanda Orta Asya'dan da kovulan ABD olacaktır.
SCO, NATO'nun Libya'ya “insancıl müdahalesi”ne ve yaptırımlara karşı çıkmıştı. Şimdi Suriye sorununun siyasi diyalogla çözüleceğini savunmaktadır. Tabi  İran sorununun da siyasi diyalogla çözümleneceği bu örgüt tarafından savunulmaktadır.
SCO, İran'ın askeri olarak vurulmasına karşıdır, İran'a karşı bir savaşı reddediyor, ama aynı zamanda İran'ın atom bombasına sahip olmasını da kabul etmiyor.
SCO, Nato'laşır mı, burası bilinmez. En azından mevcut ilişkiler, özellikle Rusya-Çin ilişkileri- böyle bir gelişmenin kolay kolay olamayacağına bir işarettir. Ama SCO ülkeleri arasında sıkı bir ekonomik işbirliği gelişebilir.  Bir SCO-Gelişme Bankasının kurulması adımı buna bir işarettir. Ticari olarak da Rusya, Orta Asya ülkelerinin en önemli ortağı konumundadır.
İlginç görülebilecek gelişime, Türkiye'nin bu yılın Haziran ayında SCO'ya “diyalog ortağı” olarak katılmasıdır. Füze kalkanı sisteminin bir kısmının Türkiye'de konuşlandırılmasına rağmen böyle bir adımın atılması ve karşılık bulması, mutlaka ki Türkiye'nin “taraf” değiştiriyor olduğu biçiminde yorumlanamaz. Ama dikkate değer bir durum. 
Pakistan ve Hindistan da henüz tam üye değiller. Ama bu ülkelerin de üye olmaları durumunda SCO, Hindistan'a kadar uzanan Avrasya alanında, görece dar bir alanda dünya hakimiyeti kurma yeteneğine sahip en azından üç ülkenin -Rusya-Çin ve Hindistan- tepindiği bir alan olacaktır.
Bu arada NATO da boş durmamaktadır. Türkmenistan hariç diğer Orta Asya devletleri NATO'nun Şikago zirvesine davet edildiler.
SCO ortaklık, NATO ise askeri üs derdinde. NATO ve SCO çarpışma rotasında mı ilerliyorlar sorusu erken bir soru olur. Rusya ile Çin arasındaki rekabet ve Hindistan üye olduktan sonra bu ülke ile Çin arasındaki rekabet, SCO'dan NATO gibi bir yapılanmanın çıkmasına pek izin vermeyeceğe benzemektedir. Ama Rusya Dışişleri Bakanına göre SCO, bölgedeki bütün krizlerin üstesinden gelebilecek, bölgeyi de aşan sorunlara müdahil olacak ortak bir politika geliştirmek göreviyle karşı karşıyadır.
SCO ve NATO açısından Özbekistan başlı başına bir sorundur. Bu ülkenin yanı sıra Türkmenistan ve Tacikistan da sorundur. Afganistan'a giriş bu ülkeler üzerinden gerçekleşiyor. Bunlar bu bakımdan transit geçiş ülkeleri konumundalar. Bunun karşılığını da görmek istiyorlar. Bu ülkeleri kim -SCO veya NATO- ihya ederse kazanan da o olur diye düşünmenin yanlış bir yanı olmaz.
Orta Asya'da NATO'nun ve SCO'nun amacı kesinlikle güvenlik değildir, demokrasi hiç değildir. Amaç ABD'nin Orta Asya ülkeleriyle ittifak içinde Rusya ve Çine' karşı mücadelesi, bu iki ülkenin bölgedeki etkisini kırmasıdır. Aynı şekilde Rusya ve Çin de bu ülkelerle ittifak içinde ABD'nin bölgedeki nüfuzunu kırmak için mücadele etmektedir.
ABD'nin Avrasya jeopolitikasını gerçekleştirmek için Avrasya'da tek yanlı başlattığı büyük oyun şimdi, karşı oyuncuların yer aldığı sahnede yeni bir aşamaya giriyor.
Sovyetler Birliği ve revizyonist blokun dağılmasından bu yana ABD, Doğu Avrupa'da, Orta Asya'daki bir çok devlette, eski Yugoslavya'da, Irak'ta, Libya'da, Afganistan'da, Pakistan'da, Irak'ta etkisini artırdı. Amerikan emperyalizminin bu dönem içinde bu bölgelerde güçlenmesini ifade eden her adım veya ortaya çıkan her çelişki, Rusya ve Çin ile doğrudan karşı karşıya gelme sürecini kısaltıyor. Özellikle ABD'nin Rusya'nın 'arka bahçem' dediği alanlarda; Kafkasya, Hazar Havzası ve Orta Asya'da etkili olması, Rusya ve Çin ile rekabetini keskinleştiriyor.
Amerikan emperyalizminin çıkarlarına tabi olan bir İran, ABD'nin Rusya ve Çin'deki politik ve etnik farklılıkları, çelişkileri daha kolay kaşımasının önünü açacaktır. Çin'in de Sibirya'da gözünün olduğunu düşünürsek, Amerikan emperyalizmi bu sorunu da kaşıyarak Rusya ve Çin'in kendisine karşı ortak hareket etmelerini, SCO'nun gelişimini engellemeye çalışacaktır. 
Emperyalizm her şeye muktedir değildir. Bölge halklarının, işçi sınıfı ve emekçilerin de söyleyecekleri bir söz vardır mutlaka. Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi bu sözü şimdilik hepimiz adına söylemektedir.  Bölgemizde ve söz konusu üç bölgedeki gelişmeler sorunların emperyalizm tarafından ne derece aynılaştırıldığını; her bir bölge ülkesinde işçi sınıfı ve emekçi yığınların hemen aynı sorunlarla, baskıyla, sömürüyle karşı karşıya olduklarını göstermektedir. Bu demektir ki, tek ek ülkelerde yükselen mücadeleleri bölgesel çapta birleşiştirmenin, örgütlemenin, bölgesel devrimleri gerçekleştirmenin maddi koşulları vardır. Emperyalizmi bölgemizden kovmanın, işbirlikçilerinin iktidarını yıkmanın, özgür ve demokratik bir Ortadoğu oluşturmanın böyle bir mücadeleden geçeceğinden kim şüphe edebilir ki!
http://www.ibrahimokcuoglu.blogspot.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder