8 Ekim 2012 Pazartesi

SURİYE VE İRAN SORUNU (ORTADOĞU VE ORTA ASYA'DA BÜYÜK OYUN VE OYUNCULARI), İbrahim Okcuoglu


SURİYE VE İRAN SORUNU
(ORTADOĞU VE ORTA ASYA'DA BÜYÜK OYUN VE OYUNCULARI)
 İbrahim Okcuoglu
Akdeniz Alanında tektürel ve çoktürel faktörler bir arada bulunmaktalar. Belli bir bütünselliği olan bu coğrafi alanda tarih boyunca çatışmaları, işbirliğini, ilhakları, ötekileştirmeyi ifade eden aşamalardan geçilerek günümüze gelinmiştir.
1990 öncesinde iki süper gücün (ABD ve Sovyetler Birlği) rekabeti bölgedeki siyasi, askeri ve ekonomik gelişmeye damgasını vuruyordu. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra bu alana Batılı emperyalist ülkeler, NATO ülkeleri deniz güçleri tamamen hakim oldular. Ama bu hakimiyet durumu Akdeniz Alanının politik olarak parçalanmışlığını ortadan kaldıramadı. Siyasal parçalanmışlığın yanı sıra bu alanda Kuzey-Güney arasındaki ekonomik gelişme ve buna bağlı olarak yaşam standardındaki farklılık da giderek büyüdü.
Deniz ve ticaret yollarının, Cebeli Tarık, Çanakkale boğazlarının ve Suveyş Kanalı'nın kontrolü Akdeniz Alanındaki güçlü ülkeler ve dünya hegemonyası için rekabet eden güçler tarafından her dönem önemli bir stratejik sorun olarak algılanmıştır.
Zengin petrol ve doğal gaz yataklarını keşfedilmesinden sonra (1871 Baku, geçen yüzyılın '30'lu yıllarında Basra Körfezi, aynı yüzyılın '50'li yıllarında Kuzey Afrika ve 1990'lı yıllardan bu yana da Hazar Havzası-Orta Asya alanı) Akdeniz alanı, Basra Körfezinden, Hazar Havzasından (Karadeniz ve Türkiye üzerinden) petrol ve doğal gazın nakliyatının (boru hatları ve tanker rotası) kesiştiği bölge, kısmen dağıtım istasyonu (örneğin Ceyhan-Türkiye) olmuştur. Bu özelliğinden dolayı Akdeniz Alanı ekonomik ve buna bağlı olarak askeri olarak daha da önemli ve rekabet yeteneğine sahip bölgesel ve dünya-hegemonal güçleri için vazgeçilemez olmuştur.
Akdeniz Alanının uluslararası geçerli ortaklaştırılmış bir tanımı yok. Farklı dönemlerde farklı disiplinler tarafından farklı tanımlamalar yapılmıştır. Konuyla ilgilenen her bilim insanı, somut amaca bağlı olarak farklı tanımlama yapmıştır. Tanımlama farklılığı dar anlamda -Akdeniz ve kıyı ülkelerle sınırlandırılmış tanımlamadan- geniş anlamda Batıda Atlantik kıyılarına, Güneyde Sahra Çölü'nden Gobi Çölü'ne, Kuzeyde Baltık Denizi'ne/Kuzey Denizi'ne kadar uzanmaktadır.
Gerçekçi olan tanımlama ancak Akdeniz ve kıyı devletleriyle sınırlı olan tanımlama olabilir. Aşağıda böyle bir tanımlamaya uygun düşen haritayı görüyoruz: 
Akdeniz Alanı, sadece coğrafi ve tarihsel bakımdan değil, 21. yüzyılın başından bu yana çeşitli alt-bölge örgütlerine üyelikten dolayı kurumsal olarak da parçalanmıştır.
1-Akdeniz Alanıyla bağlama içinde Kuzey Afrika, Yakın ve Ortadoğu
Akdeniz Alanının güney kısmı, Fas'tan Mısır'a kadar uzanan alan -Kuzey Afrika- Ortadoğu'ya bağlanıyor. Akdeniz Alanının doğu kısmında -Türkiye, Suriye-Lübnan-İsrail/Filistin- Ortadoğu'nun batı ve kuzey kısımlarını oluşturan ülkeler yer almaktadır.
Latin Amerika'nın ve kısmen de Orta Asya Türk devletlerinin dışında Fas'tan Ortadoğu'ya uzanan alanda Arap devletleri dil, din ve kültür bakımından homojen bir yapıya sahipler. Aslında “Arap dünyası“ da bu homojenlikten ibarettir. Siyasi olarak bu dünya parçalanmıştır. 1990'dan önce ABD ve SB yanlısı olarak bölünen “Arap dünyası”, rejimin karakteri bakımından da (monarşi, askeri, “demokratik” (tek parti) farklılaşmıştır. Bu coğrafyada ülkelerin  bir kısmı (Fas, Tunus, Lübnan, sonraları Mısır) ABD ve Fransa yanlısı iken Cezayir, kısmen Libya, Suriye ve  önceleri Mısır) Sovyetler Birliği yanlısı bir konumdaydı.
1945'te kurulan Arap Birliği, emperyalist ülkelerin bölge üzerindeki siyasi, askeri ve ekonomik nüfuzundan ve Arap ülkelerinin bu nüfuza göre konumlanmalarından dolayı esas amacı olan “Arap ülkeleri arasında ekonomik, kültürel, siyasi ve sosyal ilişkileri” düzenlemeyi sağlayamamaktadır.
Sonuç olarak şunu diyebiliriz: Kuzey Afrika ve Ortadoğu'dan oluşan bu alan siyasi, ekonomik ve askeri olarak farklı uluslararası örgütlere üyelikten dolayı bölünmüş durumdadır. Bu alanda AB (öncelikle Fransa, İtalya, İngiltere ve Almanya), ABD, Rusya, Çin, Türkiye, İran gibi yerel ve uluslararası aktörlerin çıkar çatışmaları bölgenin ve ülkelerinin geleceğini doğrudan ilgilendirmektedir.
2-Arap ülkelerinde halk ayaklanmalarının sonuçları
Burada söz konusu ayaklanmaların sonuçlarının analizinden ziyade bu ayaklanmaların sonucunda jeopolitik açıdan değişimin olup olmadığı üzerinde duracağız. Ama öncelikle bu ayaklanmaların devrim olarak tanımlanmasının yanlış olduğunu belirtelim. Devrim, bu kadar örgütsüzlük içinde, bu kadar kendiliğindenci bir gelişme olamaz. Devrimi bu kadar “ucuz” olamaz. Bu ayaklanmaları en fazlasıyla devrimci sürecin yansıması olarak görebiliriz. Bu bir yana.
Bu ayaklanmalara bağlı olarak ortaya çıkan ve cevaplandırılması gereken bazı sorular var:
Bu ayaklanmalar sonucunda bölgedeki jeopolitika değişmiş midir?
Yeni bir jeopolitika için maddi koşullar oluşmuş mudur?
Amerikan emperyalizmi bölge üzerindeki belirleyici nüfuzunu koruyor mu?
Bölge üzerinde Rusya'nın ve Asya'nın (öncelikle Çin'in nüfuzu artıyor mu?
Bu ayaklanmalar petrol ve doğal gaza erişimi, üretim ve dünya pazarlarına sevkıyatını (boru hatları) nasıl etkiledi veya etkileyecek?
İran, Batı dünyasından (ABD, AB) gelen baskılara karşı koymaya devam edebilecek mi?
Rusya ve Çin ne ölçüde İran'ı desteklemeye devam edebilirler?
Türkiye'nin Ortadoğu'daki rolü ne olabilir?
Burjuvazinin tanımlamasıyla ifade edersek “Arap baharı” bana göre bir “Arap kışı”na dönüşmüştür. Yine burjuva-liberal tanımlamayla ifade edersek “Arap devrimleri”  karşı devrimlere dönüşmüştür. Ama adını doğru koyarak ifade edersek Arap ülkelerinde halk ayaklanmaları, devrimci kalkışmalar, talep edilen burjuva emansipasyonu gerçekleştirememiştir. Belki kısmen Tunus'ta gerçekleşmiş olabilir ama bu ayaklanmalar bazı ülkelerde zor kullanılarak, katliamlarla bastırılmış (Cezayir, Fas, Bahreyn), bazılarında uzlaşma yoluyla bir çözüm arayışına girilmiş (Yemen), bazılarında da diktatörler değişmiştir (Tunus, Mısır). Libya ve Suriye örneğinde olduğu gibi emperyalist çıkarlara ters düşen rejimlere sadece yok olma şansı tanınmıştır. Bu nedenle Libya bombalanmış, tahrip edilmiş ve emperyalizm amacına ulaşmıştır. Şimdi aynı süreçten Suriye geçmektedir.
Tunus ve Mısır örneğinde olduğu gibi bu ayaklanmalar sonucunda bu ülkelerde burjuva güçler değil, dinci güçler güçlenmiştir. Veya Libya örneğinde olduğu gibi yıkılan Gaddaf-rejimi sonrasında ülke kaosa sürüklenmiş ve dinci, aşiretçi güçler güçlenmiştir.
Bu ayaklanmalar sonucunda iktidarın değiştiği Mısır ve Tunus'ta ve rejimin yıkıldığı Libya'da iktidara gelen güçlerin uluslararası ilişki anlayışında niteliksel bir değişme olmamıştır. Tunus'ta yeni iktidarın uluslararası ilişkilerde değişim diye bir derdi yok. Mısır'da da yeni iktidarın böyle bir sorunu yok. (Her iki ülkede de seçimleri İslamcılar kazandı) En fazlasıyla Mısır-İsrail ilişkilerinde belli sıkıntılar yaşanabilir. Öyle ki, Bahreyn ve Yemen örneğinde olduğu gibi rejim, güçlü protestolardan etkilenerek uluslararası ilişkileri yeniden gözden geçirme gereği dahi duymamıştır. 
Bu olguların toplamı, Ortadoğu'da yeni bir jeopolitikanın maddi zemininin oluşmadığını gösterir. Diğer bir deyişle, bölgede aynı karakterli emperyalistler arası çelişkiler ve bölgenin parçalanmışlığı devam etmektedir.
Başta ABD olmak üzere batılı emperyalist güçlerin Ortadoğu'daki siyasi, ekonomik ve askeri çıkarlarını rahatsız edebilecek emperyalist güçleri (bölgeden çekilmek zorunda kalan Rusya'yı ve uzak olan Çin'i) Ortadoğu sahnesine çekebilecek tek güç İran'dır.  Rusya ve Çin'in, Suriye'ye verdikleri destek sınırlıdır. Bu ülkelerden hiçbirisi Suriye için daha fazlasını yapmaz. Ama İran söz konusu olunca durum değişecektir. Çünkü İran stratejik konumu, yeraltı zenginlikleri -petrol ve doğal gaz- ve bundan kaynaklı ekonomik gücüyle bir bölgesel güçtür ve batılı emperyalist güçler karşısında sergilediği duruşuyla Rusya ve Çin'in adeta doğal müttefikidir. Bu konuya aşağıda geleceğiz.
Emperyalist ülkeler Ortadoğu ile neden bu kadar ilgileniyorlar sorusu, cevabı ezberlenmiş bir sorudur. Ama buna rağmen Ortadoğu'nun, Amerikan emperyalizminin dünya hegemonyasındaki stratejik önemini bir kenara koyarak ekonomik gücü açısından cevaplandıralım ve Ortadoğu sınırlarını büyük Ortadoğu sınırlarına kadar genişleterek ele alalım. Sorunun cevabı aşağıdaki haritada görülüyor: 
Haritaya göre 100 seneden daha fazla süre içinde petrol elde edilebilecek tek ülke Irak. 60-90 senelik petrol rezervi olan ülkeler ise İran, S. Arabistan, BAE, Kazakistan, Libya ve Kolombiya. Kazakistan ve Kolombiya hariç diğer ülkeler Büyük Ortadoğu alanında ve dördü ise (Irak, İran, BAE ve S. Arabistan Ortadoğu'da bulunmaktadır. Bu durum Ortadoğu'nun ekonomik önemini göstermektedir.
Ortadoğu'da petrolün bulunmasından ve ekonomik değerinin artmasından sonra bölgede emperyalistler arası çelişkiler de keskinleşmeye başlamıştır. Bunun sonucu olarak hakim olan her bir emperyalist güç bölgeyi kendi kontrolünde tutabilmek için yapay sınırlar çizmiş, yapay ülkeler oluşturmaya çalışmıştır. Taktik, “böl ve yönet” taktiğiydi/taktiğidir.
Fransa 1919/1920 döneminde etnik nedenlere dayanan devletçikler oluşturmaya çalışmıştır. Fransa ve İngiltere arasında Osmanlı topraklarını (Kürdistan ve Ortadoğu'nun Osmanlı devleti sınırları içinde olan toprakları) paylaşmak için 16 Mayıs 1916'da yapılan Sykes-Picot Anlaşması ve Sevr'in ön koşullarını oluşturmak için San Remo Konferansı (1920) Ortadoğu ve emperyalist çıkarlar bağlamında devletçiklerin kurulması, “böl ve yönet” taktiğinin uygulanmasından başka bir anlam taşımaz.
Devletçikler oluşturma politikası Irak'ın işgalinden sonra yeniden gündeme gelmiştir. Ortadoğu, bugün de geçerli olan “Lübnanlaştırma”, “Balkanlaştırma” veya “Iraklaştırma” kavramlarıyla ifade edilen emperyalistler arası çatışmaların ve kışkırtmaların merkezi olmaktan çıkmamıştır.
Aşağıdaki harita Amerikan emperyalizminin 21. yüzyılın başında Ortadoğu'yu kendi çıkarlarına göre yeniden şekillendirme politikasının bir sonucudur. Daha önce, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde  uygulanmaya çalışılan  Fransız ve İngiliz emperyalizminin “böl ve yönet”, etnik gruplara ayırarak, devletçikler oluştur politikasını 21. yüzyılın başında Amerikan emperyalizmi devreye sokmaya çalışmıştır. 
Amerikan emperyalizmi bölgedeki 14 ülkeden 19 ülke çıkartmayı planlamıştır. Ezilen, sömürge konumunda olan ulusların ve etnik grupların bağımsızlık ve demokrasi mücadelesinde bağımsız olarak ABD kendine göre bir Kürdistan kurmuş, S. Arabistan'dan iki devlet, Irak'tan üç devlet, İran'dan dört devlet çıkartmıştır. 
Bölgedeki yerel ve uluslararası aktörlere ve çelişkilere geçmeden önce belirtilmesi gereken bir nokta da şudur: AB'nin Fransa, İtalya ve İngiltere gibi emperyalist ülkelerinin NATO üzerinden Libya'yı bombalamaları aslında AB'nin Akdeniz Birliği üzerinden Akdeniz Alanı ve Ortadoğu'da hakimiyet politikasının bombalanmasından başka bir anlam taşımaz. 
AB, Akdeniz Alanı içinde kendi üyesi olmayan ülkelerle AB'nin politikalarını ortaklaştıramamış, bunun yerine Libya örneğinde olduğu gibi bilateral (ikili) ilişkilerle bu alanda etkili olmaya çalışmıştır.
Hemen bütün emperyalist ülkeler ve dünya çapında hegemonya kurma yeteneğine sahip ülkeler, Büyük Ortadoğu Alanı'nda ve dar anlamda Ortadoğu'da  bir biçimde varlıklarını sürdürmekteler. Bu ülkeler arasında en etkisiz ve “ilgisiz” gözükeni veya bölgede bir biçimde temsil edilmeyeni Hindistan'dır. Bölgesel aktörler Türkiye, İran, İsrail, S. Arabistan ve Mısır sorunlara doğrudan  müdahil durumdalar. Bu güçlerin önünde, arkasında veya yanında -nasıl tanımlandığı önemli değil- ABD, AB (Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya), Rusya, Japonya, Çin gibi emperyalist güçler yer almaktadır.
20. yüzyılın başında İngiliz, Fransız ve daha geri planda Alman emperyalizmi Ortadoğu üzerinde rekabet ediyorlardı. 1950'lere gelindiğinde bölge üzerinde egemenlik veya hegemonyada öncelik Amerikan emperyalizminin eline geçti. 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ama özellikle son çeyreğinde ABD ve revizyonist Sovyetler Birliği'nin rekabeti,  bölgenin siyasi, ekonomik ve askeri şekillenmesini belirliyordu. SB'nin dağılmasından sonra (1990/1991) tek kutuplu ve çok rekabet merkezli dünyada, bölgede ve dünyanın başka alanlarında Amerikan emperyalizmiyle boy ölçüşecek gücün olmamasından dolayı ABD, “Avrasya jeopolitikası”nı geliştirdi. Dünya hakimiyeti kurmaktan başka bir anlam taşımayan bu jeopolitikanın gerçekleşmesi için olmazsa olmazlardan birisi de geniş anlamda Ortadoğu'nun (“Büyük Ortadoğu Projesi”) Amerikan hegemonyasında olması ve rekabet yeteneği olan başka emperyalist güçlerin (somutta da Rusya ve Çin'in) bölgeden uzak tutulmasıydı. Irak'ın işgaline bu açıdan da bakılmalıdır. İran'a karşı Amerikan tavrının altında yatan bir neden de bu ülkenin Amerika'nın bölge üzerindeki tam hakimiyetinde engelleyici konumda olmasıdır. İran “Geniş Ortadoğu Projesi”nin Avrasya ile birleşmesinin önündeki fiziki engeldi. Bugün ise İran, böyle bir engel olmanın ötesinde bölgede yayılan nüfuzu ile Amerikan hegemonyasını vurmaktadır (Suriye, Irak hükümetinin İran'a yakınlığı).
Arap ülkelerindeki ayaklanmalar “Geniş Ortadoğu Projesi” içinde yer alan ülkelerdeki gelişmelerdir. Bu ayaklanmalar sonucunda emperyalist ülkelerin bölge üzerindeki hakimiyetinde ve politikasında nitel bir değişim olmamıştır. Aynı zamanda bu ayaklanmalar sonucunda bu ülkelere burjuva demokrasisi de gelmemiştir. Bölge üzerinde söz sahibi olmak isteyen yerel ve bölge dışı güçlerin durumunda, güçler dengesinde de önemli bir değişim olmamıştır. Ancak birtakım politik değişimler olmuştur.
Birçok yazılı basında ve tartışmalarda ABD, Ortadoğu politikasını daha ne kadar finanse edebilir türünden sorular sorulmaktadır. Bu türden soruları soranların dünya politikasından bihaber olduğunu söylemeliyiz. Ortadoğu, Amerikan emperyalizmi için dünya çapında hegemon güç olarak kalıp kalmayacağının doğrudan bir ölçüsüdür. Ortadoğu'dan kovulmuş, etkisizleştirilmiş bir ABD, dünya gücü olmaktan çıkmış demektir. Öyleyse ABD Ortadoğu'da kovulana kadar var olacaktır ve bölgeyi kendi çıkarlarına göre şekillendirmeye devam edecektir.
Suriye'deki gelişmelerle birlikte Türkiye'nin komşularıyla “sıfır sorunlu” dış politika anlayışı da tarihe karışmıştır. Mısır'da Mübarek döneminin geride kalması, Mısır'ın yeni yönetimle birlikte Ortadoğu politikasını, ABD-politikasını, Filistin-politikasını ve nihayetinde İsrail-politikasını gözden geçirdiği anlamına gelmez. Bu yönde bir gelişme yok.
“Büyük Ortadoğu Projesi” alanı bir kaos alanıdır; emperyalistler arası ve yerel güçler arası çelişkilerin ve çıkarların çatıştığı bir alandır.
Bu projenin kapsadığı alanı ve ülkeleri aşağıdaki haritada görüyoruz. Fas'tan en doğuda Pakistan'a, Kuzeyde Türkiye'den Güneyde Sudan-Yemen hattına kadar uzanan bölgededir. 
Bu alan emperyalistler arası çelişkilerin keskinleşmiş olduğu yerel çatışmaların devam ettiği bir alandır. Örneğin Sudan'ın ikiye bölünmesi, bu bölgede petrolden kaynaklı emperyalistler arası çelişkilerin sonlandığı anlamına gelmez. Şu anda hakim olan, sadece geçici bir sessizliktir.
Amerikan emperyalizminin on binlerce askerini geride bırakarak Irak'tan çekilmesi, Irak sorununun sonlandığı anlamına asla gelmez.
Afganistan'dan yine on binlerce askeri geride bırakarak çekilmek -şayet bu mümkün olursa- Afganistan sorununun sonlandığı anlamına gelmez.
Suriye'de olası rejim değişikliği Suriye sorununun çözüldüğü anlamına gelmez.
Kürt ulusunun, ulusal kurtuluşunu elde etmediği bir “barış” sürecine sürüklenmesi bu sorunun sonlandığı anlamına asla gelmez.
Ortadoğu'da rekabet sadece siyasi nedenlerle veya petrol ve doğal gaz üretimiyle sınırlı değildir. Bir de üretilen petrol ve doğal gazın dünya pazarlarına taşınma sorunu vardır. Bu alanda da emperyalist güçler ve yerli aktörler kendi aralarında kıyasıya rekabet etmekteler.
Boru hatlarında birbirini dışlayan güçlerin rekabetini görüyoruz:
Batı (AB ve ABD) Hazar Havzası ve Orta Asya kaynaklı petrol ve doğal gazın Rusya'yı dışlayan bir güzergah üzerinden dünya pazarlarına taşınmasını talep etmekte ve buna göre de hareket etmektedir. Bu durumda güzergah konusunda tek alternatif Türkiye'dir. Bu nedenle Baku-Tiflis-Ceyhan Boru Hattı inşa edilmiştir. Bu nedenle Nabucco Boru Hattı projesi gündeme gelmiştir. (Bu hattın inşa edilmeyeceği üzerine de yazılıp çiziliyor. Baku-Ceyhan için de olmayacak, yapılmayacak diye yazılıp çizildi. Ama proje gerçekleştirildi. ABD/AB ile Rusya arasındaki rekabet var olduğu ve İran'ın mevcut duruşunu devam ettirdiği müddetçe Rusya'yı dışlayan boru hatları da inşa edilecektir. Bu nedenle Nabucco bir biçimde inşa edilecektir).
Başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist üçler, Hazar Havzası ve Orta Asya enerjisinin dünya pazarlarına taşınmasında Rusya gibi İran'ı da dışlıyorlar. Güzergah konusunda İran'ı dışlandığında geriye alternatif olarak Basra körfezi ve Türkiye kalmaktadır. Bu durumda Hazar Havzası/Orta Asya enerjisi İran'dan dolayı Basra körfezine taşınamadığı için Türkiye tek alternatif oluyor. Basra Körfezindeki enerji üretim de kısmen Türkiye ve Suriye üzerinden Akdeniz'e, ama daha yoğun olarak da Basra Körfezi üzerinden dünya pazarlarına taşınmaktadır.
Çin ve Japonya Rusya, Kazakistan ve Türkmenistan petrol ve doğal gazını Orta Asya'dan doğuya doğru döşenmiş hatları kullanıyorlar.
3-Ortadoğu üzerine Türkiye'nin jeopolitik ve jeostratejik bakışı
Yukarıdaki haritada Türkiye'nin jeopolitik önemini ve bunun nedenlerini görüyoruz. Türkiye, emperyalistler arası rekabetin dönem dönem keskinleştiği, dönem dönem geri planda kaldığı üç rekabet alanının -Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkasya- ortasında yer alıyor. Açık ki konumundan dolayı Türkiye'nin, kapitalizm koşullarında bu üçgen içinde olmanın beraberinde getirdiği ve getireceği sorunlardan kurtulma şansı pek yoktur.
Türkiye ayrıca dünyanın ikinci derecede önemli petrol ve doğal gaz alanı olan Hazar Havzasına  yakındır. Bu alan, özellikle Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra önde gelen bütün emperyalist ülkelerin -ABD, AB (özellikle Almanya, Fransa ve İngiltere), Çin, Rusya- ve Türkiye ve İran gibi bölgesel aktörlerin  enerji politikaları doğrultusunda tepiştikleri dar bir alandır.
Türkiye'nin, Sovyetler Birliği'nin güneye,  Ortadoğu'ya, Akdeniz'e inmesinin önünde bir “sürgü” olsun diye NATO'ya alınmasından bu yana çok şey değişti. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra ise Türkiye'nin stratejik önemini kaybettiği üzerine yapılan tespitlerin ömrü fazla uzun olmadı. NATO çerçevesinde biçilen yeni role göre Türkiye, genellikle “cephe devleti” ve güvenlik stratejilerinin anahtarı ülke olarak görülüyordu. Bu da pek tutmadı. Türkiye'yi belirtilen rekabet alanlarının ortasında kalan “istikrar çapası” olan, “köprü işlevi” gören ülke olarak tanımlamak da yeterli olmadı.
Ancak Türk sermayesinin her üç rekabet alanında da çıkarlarının olduğu ve bunun hesaba katılması gerektiği kabul edilince Türkiye'ye bakış açısında belli değişimler oldu. Türk burjuvazisi, uluslararası ekonomik, siyasi ve askeri ilişkilerde, söz konusu üçgenin her üç ayağındaki gelişmelerde ve buna ek olarak Orta Asya'da bölgesel bir güç olarak kabul edilmeyi ve ona göre de hareket edilmesini “hal ve gidişi”yle talep etti.
Revizyonist blokun dağılmasından sonra çok rekabet merkezli olan dünyanın jeopolitikası Türkiye'nin önemini daha da artırmıştır. Türk burjuvazisi bunu görerek hareket etmektedir.
Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra Kafkasya/Hazar Havzası'nda ve Orta Asya'da Türk devletleriyle ve Rusya Federasyonu içinde kalan Türk ve Müslüman toplumlarla geliştirilen ilişkiler, başlangıçtaki pantürkist özelliğinden çok şey kaybederek yerini pragmatik ilişkilere bırakmıştır. Tek başına veya batılı emperyalist sermaye ile birlikte Türkiye'yi bu bölgeden söküp atmak kolay olmayacaktır.
Bu alanda Türkiye tek başına veya ABD ile birlikte Rusya'ya karşı rekabet ve işbirliği ekseninde gelip-giden bir politika izlemektedir.
Balkanlarda ABD, AB ve Rusya'nın yanı sıra Yunanistan, Sırbistan, Hırvatistan, Bulgaristan ve Rusya karşısında Arnavutluk, Kosova, Bosna-Hersek ve Makedonya bir nevi İslam “cephe”si oluşturmuş durumdadır. Türkiye de bu “cephe”nin koruyucusu rolünü üstlenmiş görünmektedir.
Türkiye bu bölgede Yunanistan, Sırbistan, Hırvatistan, Bulgaristan ve Rusya ile rekabet ve işbirliği ekseninde gidip-gelen bir politika izlemektedir.
Türk burjuvazisinin “komşularla sıfır sorun” politik anlayışının geçerli olmadığı alan, Ortadoğu'dur. ABD-Türkiye-İsrail üçlüsü, Türkiye-İsrail ilişkilerinin bozulmasından sonra Ortadoğu halklarına ve başka emperyalist ve yerel güçlere karşı ortak hareket edemiyor. Ancak ABD-Türkiye ve ABD-İsrail ikilisi bölgede politika geliştirebilecek durumda.
Emperyalistler arası çelişkiler/çıkar çatışmaları ve muhtemel cepheleşme bakımından Ortadoğu, küçültülmüş dünyadır. Bir taraftan ABD, AB ve bölgesel aktör olarak Türkiye ve S. Arabistan, bunun karşısında da Rusya, daha arka planda Çin ve bölgesel aktör olarak İran durmaktadır. 
Ortadoğu'da Türkiye bu güçler dengesi içinde rekabet, çatışma ve işbirliği ekseninde gidip-gelen bir politika izlemektedir.
4-Ortadoğu'da büyük oyun ve oyuncuları
Suriye'deki rejim ve karşıtları arasındaki çatışma, dünya çapında güçler dengesindeki saflaşmayı göstermektedir. Bu boğazlaşma denkleminin bir tarafında rejime karşı olanlar ve onların arkasında da başta ABD olmak üzere batılı emperyalistler (AB), bölgesel güç olarak Türkiye ve S. Arabistan durmaktadır. Diğer tarafta ise Esad rejimi ve arkasında Rusya, Çin ve bölgesel güç olarak da İran durmaktadır. Aslında burada karşı karşıya gelenler bir taraftan ABD-AB ve diğer taraftan da Rusya-Çin'dir.
Esad rejimi, azınlığın elinde olan ve ülkede Kasım1970'de hükumet darbesinden sonra Hafız Esad'ın devlet başkanı olmasıyla kurulan  bir “aile-Nusayri” diktatörlüğüdür.  Bu diktatörlük  hem Hafız Esad döneminde ve sonra da hala devam etmekte olan oğlu Beşar Esad döneminde dış güçlerin desteğiyle ayakta kalabilmiştir, kalmaktadır.
Birkaç cümleyle geçmişe bakalım: Mısır, Suriye ve Irak gibi ülkelerde ulusalcı subayların darbeyle iktidara gelmesi bölgede Amerikan çıkarları için olumsuz gelişmelerin ifadesiydi. Amerikan emperyalizminin istemediği darbelerle kurulan rejimler sonuçta Sovyetler Birliği'ne yöneldiler. Böylece revizyonist, sosyal emperyalist Sovyetler Birliği bu rejimler üzerinden Ortadoğu'da Amerikan emperyalizmi ile doğrudan rekabet etme olanağı bulmuş oldu. Yeni denge uzun sürmedi, ilk olarak Mısır 1967 Arap-İsrail savaşından sonra yüzünü ABD'ye çevirdi. İran devriminden sonra ise Irak ABD'ye yanaştı. Suriye, o zaman Sovyetler Birliği'nin, bugün de Rusya'nın tek müttefiki olarak kaldı.
Rus emperyalizminin Ortadoğu'daki uşaklık seviyesindeki tek dayanağı Esad rejimidir. Rusya bu rejimin ayakta kalması için elinden geleni yapmaktadır, ama Esad için de savaşmayacaktır. Rusya, eski dönemleri hatırlayarak “bizim gerçekliğimiz bu değil” havası içinde hareket etmektedir. Revizyonist Sovyet döneminden bugüne Rusya çok güç kaybettiğini kabullenmekte zorlanmaktadır. Açık ki Rusya Suriye için çok şey yapabilir, ama Esad için savaşamaz.
Rusya'nın yanı sıra Esad'ın yanında Çin ve İran da yer almaktadır. Esas olarak bu üçlü Esad rejimini uluslararası alanda siyasi, ekonomik ve askeri olarak desteklemekte ve beslemektedir.
ABD'nin Irak'ı işgal etmesinin (2003) sonuçlarından biri de Irak'ta Şii çoğunluğun desteklediği bir rejimin iktidar olmasıdır. Bu ABD'nin istemediği bir gelişmedir. Bu durumda ABD, Irak'ı İran'a “altın tepsi”de sunmuştur. Irak rejimi, her ne kadar ABD'yi celallendirmemeye dikkat ediyorsa da bölgede İran yanlısı bir politika izlemektedir. Irak'ı da yanına alan İran, Ortadoğu'da diğer Arap ülkeleri ve özellikle de Körfez ülkeleri için oldukça önemli bir tehdit oluşturmaktadır. Bu nedenle ABD-İsrail ikilisinin İran'a karşı savaşmasını en çok bu ülkeler isteyebilir.
İran Suriye'den vazgeçmez, ama asla vazgeçmez diyemeyiz. Esad rejimini bir yere kadar bütün gücüyle destekler. Ama Esad'ı destekleme adına Ortadoğu'daki genel çıkarlarını da tehlikeye atmaz. İran Irak ve Suriye üzerinden ve Lübnan'da da Hizbullah üzerinden Akdeniz'e açılana bir koridor oluşturmuştur. Bunun kalıcı olabilmesi için, İsrail, Türkiye ve sonuçta da ABD'nin Ortadoğu'daki nüfusundan çok şey kaybetmiş olmaları gerekir. Henüz böyle bir gelişmenin işareti dahi yok. Suriye'de iç çatışmalar devam etmektedir. Çatışmaların gelmiş olduğu bu aşamada ne ABD ve ne de Türkiye geri adım atabilir. E azından güvenirlik ve prestij sorunundan dolayı geri adım atamazlar. Suriye'de rejim değişiminin  yerli işbirlikçileri tarafından gerçekleştirilmesini talep etmekteler. Rejim değişikliği, Türkiye ve ABD açısından bir “pirus zaferi” olacağa pek benzemiyor. Rejim değişikliğinden sonra Rusya, Çin ve İran'ın Suriye üzerinde herhangi bir etkisi kalmayacak ve güç dengesi, ABD ve Türkiye lehine daha çok değişecektir.
Türkiye ile İran hem Ortadoğu'da hem de Kafkasya/Hazar Havzası'nda büyük ve giderek keskinleşen bir rekabet içinde. Her ne kadar Türkiye, İran söz konusu olduğunda tarihsel dostluktan ve işbirliğinden bahsetse de İran, Türkiye söz konusu olduğunda rekabeti içeren, dostluğu dışlayan söylemleri açıkça dile getirmektedir.
İran, Türkiye'ni Ortadoğu'daki ve Kafkasya/Hazar Havzası'ndaki nüfuzunu mutlaka kırmak istiyor ve bunu görünürde tek başına yapmaya çalışıyor. Türkiye ise bu konuda ABD'yi öne sürüyor. ABD-İran çelişkisinden yararlanıyor. Gerçekten de ABD'nin İran'ın nüfuzunu kırdığı her alanı Türkiye-ABD doldurmaktadır.
Ortadoğu'daki mevcut güç dengesi Türkiye'nin aleyhine dönmüştür. Böyle giderse bundan batlı emperyalist üçler de zarar görecekler. Türkiye, Güneyde İran-Irak-Suriye ve Lübnan/Hizbullah ekseni tarafından çevrilmiştir. Buna Kıbrıs Rum kesimini ve ilişkiler düzelmezse İsrail'in de katıldığını ekleyelim. İran, Irak-Suriye-Hizbullah üzerinden Akdeniz'e uzanıyor. Akdeniz'de enerji kaynakları üzerinde Rusya, Kıbrıs Rum kesimi ve İsrail ortak hareket ediyorlar. Böylece Türk sermayesinin Ortadoğu'ya inişi İran çıkarına kesilmiş oluyor. Bir de Türkiye'nin enerji bakımından (doğal gaz, petrol) İran ve Rusya'ya oldukça bağımlı olduğunu göz önüne getirirsek Türkiye açısından durumun ne denli vahim olduğu görülür.
Ortadoğu sahnesinde Esad rejiminin yanında yer alan diğer aktör Çin'dir. Geleceğin süper gücü diye tanımlanan Çin emperyalizmi, uluslararası alanda bir güç gösterisine şimdiye kadar girmemişti. Şurada burada Amerikan emperyalizmine karşı tavır almıştı. Ama genellikle ABD ile ilişkilerinde uzlaşma ekseninde bir politika hakimdi. Yanılmıyorsam ilk kez Suriye sorununda BM'de veto hakkını kullandı. Bu hakkı kullanması, Suriye'nin değil de bölgenin Çin açısından önemli olduğunun bir ifadesidir. Bugün Suriye Çin'in Ortadoğu'ya girişinde bir köprübaşı rolü oynamaktadır. Ama Rusya gibi Çin de Esad rejimi için BM'deki desteğinin veya başkaca maddi desteğinin ötesine geçecek bir çaba içinde olmayacaktır. Rusya gibi Çin de geleceği olmayan bir rejime sınırlı destek sunacaktır.
ABD'nin Suriye ve İran politikalarının seçimlerden sonra değişeceği ve Amerikan emperyalizminin sertleşeceği açıktır. Amerikan emperyalizmi Suriye'de   Esad rejiminin biran önce yıkılmasını ve İran'ın tecridinde önemli bir adımın atılmasını düşünmektedir. Bunu da ancak seçimlerden sonra gerçekleştirilebilecek durumda olacaktır.
İran sorununa geçmeden önce Türkiye'nin Batılı güçler açısından neden vazgeçilemez bir öneme sahip olduğunu belirtelim.
5-Batılı emperyalist güçler açısından Türkiye'yi vazgeçilmez yapan faktörler
Enerji politikası açısından:
Türkiye, ABD ve AB açısından Hazar Havzası ve Orta Asya petrol ve doğal gazının dünya pazarlarına taşınması bakımından mevcut güçler dengesine göre vazgeçilemez bir faktördür. ABD ve Avrupa'da rezervlerin tükenme aşamasında olması, başka alanlardaki -bu durumda Hazar Havzası ve Orta Asya- enerji kaynaklarını daha önemli kılmaktadır. Batılı emperyalist güçlerin amacı bu enerjinin Rusya'nın müdahale edemeyeceği bir güzergahtan dünya pazarlarına ulaştırılmasıdır. Bu da ancak Türkiye üzerinden gerçekleştirilebilir. Baku-Tiflis-Ceyhan boru hattı Rusya'yı dışlamanın doğrudan bir ifadesidir.
Hazar Havzası enerji rezervlerine müdahale Amerikan ve Türk politikası açısından ortak çıkar alanı olarak görülmektedir.
Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra bölgenin (Türk devletlerinin) enerji kaynaklarında İran'ın söz sahibi olmasının engellenmesi Amerikan ve Türk politikasında ortak hareket etmeyi beraberinde getirdi. İran'ı Hazar Havzası petrol ve doğal gazının dünya pazarlarına sevkıyatında dışlamak Rusya'nın yanı sıra Türk-Amerikan işbirliğinde ikinci bir nedendir. Bu durumda petrol ve doğal gazın sevkıyatında Türkiye alternatifsiz olmuştur.
Strateji çıkarlar açısından:
AB de Türkiye'yi stratejik önemi açısından değerlendiriyor. Ortadoğu ve Kafkasya/Hazar Havzası'ında Türkiye üzerinden rekabet gücüne sahip olacağını sanıyor ve bu anlamda da Türkiye'yi bir köprübaşı olarak görüyor. Bunun ötesinde Rus petrol ve doğal gazına bağımlılığı geriletmek için Orta Asya Türk devletlerinden alınacak petrol ve doğal gazın Rusya dışlanarak Avrupa'ya taşınmasına oldukça önem veriyor. Bu güzergah da Türkiye'dir.
Amerikan jeopolitik çıkarları açısından:
Amerikan emperyalizminin dünya hegemonyası politikasında, Avrasya jeopolitikasında Türkiye, bir “kilit ülke”dir. Bu jeopolitikanın uygulanabilmesi için olmazsa olmazlardan birisidir. Bu nedenden dolayı ABD, Türkiye ilişkilerini “stratejik ortaklık” ilişkileri olarak tanımlamıştır. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra geliştirilen bu jeopolitika öneminden bir şey kaybetmemiştir. Öyle ki, şu veya bu konuda ABD ve Türkiye'nin birbirlerine ters düşmeleri de  her iki ülke arasındaki ilişkide soğukluğa neden olmamıştır. Örneğin Irak konusunda farklı konumlarda olmaları da meselenin özünde bir şey değiştirmemiştir.
Bunun tek belirleyici nedeni, belirttiğimiz gibi Amerikan emperyalizminin Türkiye ile ilişkilerinin merkezinde  jeopolitik çıkarlarının  durmasıdır. Bu anlayış değişmediği ve koşullar da aynı kaldığı müddetçe ABD-Türkiye ilişkileri de böyle kalacaktır.
Mevcut ilişkiler, İran'da bir rejim değişikliğinden sonra, Amerikan yanlısı bir gücün iktidar olmasından sonra tamamen değişebilir. Amerikan çıkarları için Türkiye'nin oynadığı ve oynayabileceği rolü bu sefer İran oynayabilir. Hazar Havzası/Orta Asya petrol ve doğal gazını İran üzerinden dünya pazarlarına taşımak hem daha kolay hem de daha ucuzdur.
6- İran'ın çembere alınması
Suriye İran'ın Arap dünyasına açılış kapısıdır. Hafız Esad döneminden bu yana iki ülke arasındaki sıkı işbirliği bunun böyle olduğunu göstermektedir. İran, Suriye üzerinden Hizbullah (Lübnan) ve Hamas (Filistin) ile de ilişkilerini geliştirmiş ve bu güçler üzerinden Filistin ve Lübnan sorunlarını etkilemeye  çalışmıştır.
İran ve Suriye açısından “anti-İsraillik” stratejik bir amaç olmuştur. Ortadoğu'da hakimiyet mücadelesinde “anti-İsraillik” bu iki ülkenin elinde önemli bir faktördür.
Suriye'de mevcut rejimin yıkılması, sadece bu ülke ile sınırlı kalacak bir gelişme olmayacaktır. Suriye, İran için kaybedilmemesi gereken bir kaledir. Bu kalenin kaybedilmesi -Esad rejiminin yıkılması- durumunda İran'ın Ortadoğu'da işbirliği yapabileceği güçlü bir ortağı kalmayacaktır ve bölgede güç dengesi İran aleyhine değişecektir. Ortadoğu'da Suriye'siz İran, güçsüz bir İran demektir. Ama batılı emperyalistlerin, öncelikle de ABD ve onun kuyruğunda İsrail'in -içten içe de Türkiye'nin- Suriye'de rejimin yıkılmasından sonra İran'ın bölgedeki nüfuzunun gerilemesini beklemek diye bir niyetleri yok. Suriye'den sonra sıranın İran'a geleceğini bütün dünya biliyor. Atom silahı geliştirmesini engellemek için İran'a nasıl saldırırlar, orası bilinmez. Ama aynen Irak'a saldırmak için üretilen kitle imha silahları demagojisi İran için atom bombası seviyesinde işlenmektedir.
İran'ın bir Libya, bir Suriye olmadığını savaş çığırtkanları da biliyorlar. Bu nedenle İran'a karşı saldırı uzun dönemden beri hazırlanmaktadır.
İran'a saldırı ve savaş sadece bu ülke ile sınırlı kalmayacaktır, kalamaz da. Bu ülke de İsrail'e ve Körfezdeki Amerikan üslerine saldıracaktır ve savaş bir anda bütün Ortadoğu'ya yayılacaktır. Bu savaş, “nokta operasyonlarla sınırlı bir savaş” olmayacaktır.
Suriye sorununda olduğu gibi İran sorununda da bu ülkenin baş destekçileri Rusya ve Çin olacaktır. Rusya ve Çin, Suriye'nin uluslararası alanda koruyucusu durumundalar. Rusya'nın eski Sovyetler Birliği toprakları dışında kalan tek deniz üssü Suriye'dedir. Her iki ülke de Esad rejiminin devrilmesinin Amerikan emperyalizminin İran'ı dize getirme planının uygulanmasını oldukça kolaylaştıracağını biliyor. Sorun sadece İran'ın bölgede etkisizleştirilmesiyle de kalmayacaktır.  Dolayısıyla İran'da da başta ABD olmak üzere batılı emperyalistlerle Rusya ve Çin karşı karşıya geleceklerdir. Bu iki emperyalist ülkenin bir savaş durumunda İran'ı nasıl, hangi araçlarla ve nereye kadar desteklerler, bu bilinmez. Diğer taraftan fiili desteğin nasıl ulaştırılacağı da bir sorun olabilir. Çünkü aşağıdaki haritalarda da gördüğümüz gibi İran Amerikan üsleriyle sarılmıştır ve sınır komşusu ülkelerin hemen hepsi Amerikan yanlısıdır.
Harita İran'ın, ABD tarafından adeta çevrilmiş durumda olduğunu, ABD tarafından ne denli kuşatıldığını gözler önüne seriyor.
İran'a karşı olası bir savaş durumunda ABD ve muhtemelen bütün NATO, doğuda Afganistan'daki ve Pakistan'daki üslerini kullanacaktır.
Güneyde S. Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn'deki üsler; Batıda ise Irak'taki ve Türkiye'deki üsler kullanılacaktır.
Olası bir savaşta Türkiye, İran'ın Ortadoğu'da ve Orta Asya'da etkisizleştirilmesinden yana olacaktır. Bölgesel güç olarak İran'ın etkisizleştiği bir Ortadoğu ve Orta Asya'ya Türk sermayesi daha güçlü olacaktır. Ama Türkiye İran'da bir rejim değişikliğini istemeyecektir. İran'da rejim değişikliği, Batı yanlısı bir iktidar, Türkiye'nin stratejik konumunu doğrudan etkileyecektir. Türkiye, Hazar Havzası/Orta Asya enerjisinin Batıya ve dünya pazarlarına taşınmasından tek veya belirleyici öneme sahip güzergah olmaktan çıkacak, sevkıyat için İran toprakları ve mevcut boru hatları kullanılacaktır. Bu güzergah kısa ve ucuzdur.
7-Orta Asya'da büyük oyun ve oyuncuları
Burjuvazinin “Arap Baharı” diye tanımladığı Arap ülkelerindeki halk ayaklanmaları, Tunus, Mısır ve Libya'da diktatörlerin değişmesi, kısmen de olsa rejim değişikliği emperyalizmin, özelde de ABD ve AB'nin Kuzey Afrika ve Ortadoğu'daki varlığını, hegemonyasını ne derece olumsuz etkilediği cevabı verilmesi gereken bir sorudur. Cevap vermek için biraz zamana gerek var. Ama “sokağın” diliyle ifade edilirse dünyanın bu bölgesinde emperyalizm, somutta da Amerikan emperyalizmi yenilmiştir. Ben o görüşte değilim.
Suriye'deki iç çatışmalarda yer alan dış güçler aynı zamanda Ortadoğu'daki büyük oyunun da oyuncularıdır. Bu güçlerin, hakim durumda olan Amerikan emperyalizminin konumunda bir değişme henüz yok.
Orta Asya da Kuzey Afrika'nın kaderini paylaşıyor; burada da diktatörlerin hakimiyetinde yoksulluk, işsizlik, özellikle gençler arasında yüksek oranlara varan işsizlik kol geziyor, medya rejim tarafından kontrol ediliyor, muhalefetin siyasi faaliyet sürdürme alanı oldukça daraltılmış. Yeni bir “Arap Baharı”nın bütün nesnel koşulları mevcut. Ama ne batılı emperyalist güçler ne de doğulu emperyalist güçler (Rusya ve Çin) Orta Asya'da yeni bir “Arap Baharı”nın gelişmesinden yanadır. Bunlar dünyanın bu bölgesinde askeri üs inşa etmekle, birbirlerine karşı müttefiklik ilişkileri geliştirmekle, iktisadi ortaklıklar kurmakla meşguller.
Orta Asya'da veya daha geniş anlamda ifade edersek “İpek yolu” şeridinde hükümetler “Arap Baharı”ndan oldukça ürkmüşlerdi. Bu ayaklanmalarda demokrasi, özgürlük isteminden daha çok İslamlaşmayı görüyorlardı. Bu nedenle Facebook, Twitter yasaklandı, Çin'de İnternet filtresi uygulanmaya kondu.
Yukarıdaki haritada birleştirilmiş Ortadoğu ve Hazar Havzası/Orta Asya'nın adeta bir “cadı kazanı”nı andırdığını görüyoruz. Dar bir alanda bölge dışı ve dünya hegemonyası kurma yeteneğine sahip ABD, bölgede yerleşik güçler olarak Rusya ve Çin -her iksi de dünya hegemonyası kurma yeteneğine sahiptir (bunlara Hindistan'ı da dahil etmek gerekir) tepişmekteler. Bu güçlerin yanı sıra bölgesel aktör durumunda olan Türkiye, İran, Pakistan yer almaktalar. Hepsinin amacı petrol ve doğal gazdır.
Aşağıdaki haritada ise Türkiye'nin, İran'ın, Rusya ve Çin'in yöneldikleri bölge tanımlanıyor. Bu bölge Hazar Havzası ve Orta Asya'dır.
Esas büyük oyun Orta Asya'da oynanmaktadır. Ortadoğu'daki büyük oyun Orta Asya'dakinin ancak bir parçasıdır, oyuncuların konumunu güçlendiren veya zayıflatan bir öneme sahiptir. Avrasya'nın merkezini, kalbini oluşturduğu için Orta Asya belirleyici bir öneme sahiptir. Avrasya'da baş oyuncuları bir tarafta ABD, diğer tarafta da Rusya ve Çin oluşturmaktadır. Bunların yanı sıra bölgesel aktörler de var. Bunlar da Türkiye, İran ve Pakistan gibi ülkelerdir.
Bu oyunda hiçbir güç yerel iktidarları dikkate almaksızın başarılı olamaz. Önemli olan yerel iktidarları kazanabilmektir. Bunun tersi, yerel güçleri dikkate alınmaması işgal demektir ve günümüz koşullarında Orta Asya'da işgale yeltenen güç kaybeder. Özellikle ABD ve Çin bunun böyle olduğunu çok iyi biliyor.
Buradaki oyun aslında dünya hakimiyeti için bir oyundur. Bu oyunu kazananın dünya hakimiyeti için rekabette önemli bir mesafe katetmiş olacağı tartışma götürmez.
Bu bölgede demokrasicilik oyunu da oynanmamaktadır. Diktatörleri olduğu gibi kabullenmek esastır; bu ülkelerde demokrasinin hakim olduğunu -seçimler yapıldığına göre!- söylemekle ne ABD ne Rusya ve ne de Çin bir şey kaybetmiş olmayacaklar.
Amerikan emperyalizminin, Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Avrasya çıkartmasında katettiği mesafede gerilemeler oldu. ABD'nin, Avrasya'nın kendisinden ziyade bir Rus ve Çin nüfuz alanı olduğunu kabullenip kabullenmeyeceği pek belli değil, ama bunu kabullenmesi bu alandan çekilmesiyle eş anlamlıdır ve bu durumda da dünya hakimiyeti jeopolitikasını gözden geçirmesi gerekir. Bu jeopolitikanın merkezinde Orta Asya'ya hakim olmak yatmaktadır.
Bugün için ABD açısından bütün Orta Asya'da askeri üsler kurmaktan başka bir şey daha çekici değildir.
Yerel oyuncuların “hal ve gidişi” esas oyuncuları -ABD-Rusya-Çin- zor durumda bırakabiliyor, yeni politikalar oluşturmalarına neden olabiliyor.
Örneğin Haziran sonunda (2012) Özbek temsilcilerin “Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü”nü  (7 Ekim 2002 tarihinde altı Bağımsız Devletler Topluluğu ülkesi (Rusya, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Beyaz Rusya ve Ermenistan) tarafından kurulan hükümetler arası askeri ittifak) terk etmesi Rusya için büyük bir sorundur.
Özbekistan, bunun nedenini Afganistan konusunda görüş ayrılığı  diye açıklamıştır. Aslında esas neden ABD ile geniş kapsamlı ve çok yönlü görüşmelerdir. ABD, muhtemelen, 2005'te kovulduğu Khanabad askeri üssünü yeniden kullanabilecektir.
Anlaşma gerçekleşirse Özbek yönetimine bir dizi “mavi boncuk” verilebilir. Örneğin Özbekistan ABD'nin “stratejik müttefiki” ilan edilebilir ve rejim, ekonomik ve askeri olarak da desteklenebilir.
Amerikan emperyalizminin amacı, Orta Asya'da kendini her tarafa uzanabilecek duruma getirecek askeri üsler kurmak ve aynı zamanda İran'ı çembere almaktır.
Bunda Özbekistan'ın çıkarı ne olabilir? İslam Abduğanıyeviç Kerimov'un amacı Rusya'nın “Avrasya Birliği” stratejik planını akamete uğratmaktır. Özbek rejiminin çıkarı budur.
Tacikistan, ABD karşısında Rusya'yı Aini askeri havaalanı ile tehdit ediyor. Bu askeri üs Rusya'nın yurt dışındaki en büyük üssüdür ve orada 6000 kişilik bir  tümen konuşlandırılmıştır.
ABD, Kırgızistan'da başkent Bişkek yakınında bulunan Manas üssünü kullanıyor. Bu küçük üs, Afganistan savaşı için oldukça önemli. Buna karşın Rusya'nın da üç askeri üssü var. Kırgızistan bu üsler karşılığında daha fazla kira alma derdinde.
2014'te NATO Afganistan'ı terk ettiğinde durumun ne olacağı Orta Asya devletleri için oldukça önemli bir sorun. Amerikan emperyalizmi, Afganistan'dan muhtemelen Irak'tan çekildiği gibi çekilecek. Yani binlerce (20 000 ve daha fazlası dillendiriliyor)  “danışmanı” orada bırakarak çekilecek. Açık ki, çekilse de bu ülkeler üzerinden Afganistan'da bırakılan Amerikan askerlerinin  ihtiyaçları giderilecek. Bunun ötesinde ABD'nin, Orta Asya ülkelerini siyasi olarak korumak ve desteklemek için bir dizi öneri hazırlamış olduğu da bir muamma değil.
Açıktır ki, bu gelişmelere Rusya'nın sessiz kalmayacak, kendi çizgisinden çıkanı ve ABD ile ilişkileri geliştirerek Rusya'nın çıkarlarına ihanet edeni fena halde cezalandıracaktır.
Sovyet Birliği'nin dağılmasından sonra ABD'nin Avrasya'ya girişi ve ekonomik, diplomatik ve askeri adımları tek taraflı oyundu. ABD, büyük oyunu karşı oyuncu yokken oynadı. Ama özellikle Putin'in iktidara gelmesiyle durum değişmeye başladı ve Şanghay İşbirliği Örgütü'nün (The Shanghai Cooperation Organisation - SCO) kurulmasıyla Avrasya büyük oyununda ABD'nin rakipleri örgütlü olarak sahada yerini aldılar. Şanghay İşbirliği Örgütü  Çin, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan tarafından 1996'da yılında kurulmuş, 2001'de  Özbekistan'ın katılımıyla üye sayısını altıya çıkmıştı. Afganistan, Hindistan, Pakistan, İran ve Moğolistan gözlemci; Türkiye, Beyaz Rusya ve Sri Lanka diyalog ortağı ve  ASEAN, CIS ülkeleri ve Türkmenistan da misafir katılımcı statüsünde olan ülkelerdir. 
Şanghay İşbirliği Örgütü, ABD ve NATO'nun  füze kalkanı sistemine cepheden karşıdır. Bu sistemin   Orta Asya ülkelerine yerleştirilmesi imkansız gözüküyor. Bunun ötesinde bu ülkeler bir taraftan NATO'dan uzak durmaktan, diğer taraftan da bölgesel savaş sorununun bölgesel çözülmesinden yanalar. Bu anlamda  SCO, “bağımsız, tarafsız ve barışçıl” bir Afganistan talep ediyor. Afganistan sorununu bölgesel çözmek için olsa gerek bu ülke SCO'ya gözlemci statüsüyle kabul edildi. Bunun Türkçesi şu anlama geliyor: Rusya ve Çin, ABD'nin ve diğer batılı emperyalist ülkelerin Afganistan'daki nüfuzunu silip atmak için her şeyi yapmaya hazırlar. Avrasya'nın baş oyuncuları olan ABD, Rusya ve Çin biliyorlar ki, Afganistan'dan kovulan ABD, aynı zamanda Orta Asya'dan da kovulan ABD olacaktır.
SCO, NATO'nun Libya'ya “insancıl müdahalesi”ne ve yaptırımlara karşı çıkmıştı. Şimdi Suriye sorununun siyasi diyalogla çözüleceğini savunmaktadır. Tabi  İran sorununun da siyasi diyalogla çözümleneceği bu örgüt tarafından savunulmaktadır.
SCO, İran'ın askeri olarak vurulmasına karşıdır, İran'a karşı bir savaşı reddediyor, ama aynı zamanda İran'ın atom bombasına sahip olmasını da kabul etmiyor.
SCO, Nato'laşır mı, burası bilinmez. En azından mevcut ilişkiler, özellikle Rusya-Çin ilişkileri- böyle bir gelişmenin kolay kolay olamayacağına bir işarettir. Ama SCO ülkeleri arasında sıkı bir ekonomik işbirliği gelişebilir.  Bir SCO-Gelişme Bankasının kurulması adımı buna bir işarettir. Ticari olarak da Rusya, Orta Asya ülkelerinin en önemli ortağı konumundadır.
İlginç görülebilecek gelişime, Türkiye'nin bu yılın Haziran ayında SCO'ya “diyalog ortağı” olarak katılmasıdır. Füze kalkanı sisteminin bir kısmının Türkiye'de konuşlandırılmasına rağmen böyle bir adımın atılması ve karşılık bulması, mutlaka ki Türkiye'nin “taraf” değiştiriyor olduğu biçiminde yorumlanamaz. Ama dikkate değer bir durum. 
Pakistan ve Hindistan da henüz tam üye değiller. Ama bu ülkelerin de üye olmaları durumunda SCO, Hindistan'a kadar uzanan Avrasya alanında, görece dar bir alanda dünya hakimiyeti kurma yeteneğine sahip en azından üç ülkenin -Rusya-Çin ve Hindistan- tepindiği bir alan olacaktır.
Bu arada NATO da boş durmamaktadır. Türkmenistan hariç diğer Orta Asya devletleri NATO'nun Şikago zirvesine davet edildiler.
SCO ortaklık, NATO ise askeri üs derdinde. NATO ve SCO çarpışma rotasında mı ilerliyorlar sorusu erken bir soru olur. Rusya ile Çin arasındaki rekabet ve Hindistan üye olduktan sonra bu ülke ile Çin arasındaki rekabet, SCO'dan NATO gibi bir yapılanmanın çıkmasına pek izin vermeyeceğe benzemektedir. Ama Rusya Dışişleri Bakanına göre SCO, bölgedeki bütün krizlerin üstesinden gelebilecek, bölgeyi de aşan sorunlara müdahil olacak ortak bir politika geliştirmek göreviyle karşı karşıyadır.
SCO ve NATO açısından Özbekistan başlı başına bir sorundur. Bu ülkenin yanı sıra Türkmenistan ve Tacikistan da sorundur. Afganistan'a giriş bu ülkeler üzerinden gerçekleşiyor. Bunlar bu bakımdan transit geçiş ülkeleri konumundalar. Bunun karşılığını da görmek istiyorlar. Bu ülkeleri kim -SCO veya NATO- ihya ederse kazanan da o olur diye düşünmenin yanlış bir yanı olmaz.
Orta Asya'da NATO'nun ve SCO'nun amacı kesinlikle güvenlik değildir, demokrasi hiç değildir. Amaç ABD'nin Orta Asya ülkeleriyle ittifak içinde Rusya ve Çine' karşı mücadelesi, bu iki ülkenin bölgedeki etkisini kırmasıdır. Aynı şekilde Rusya ve Çin de bu ülkelerle ittifak içinde ABD'nin bölgedeki nüfuzunu kırmak için mücadele etmektedir.
ABD'nin Avrasya jeopolitikasını gerçekleştirmek için Avrasya'da tek yanlı başlattığı büyük oyun şimdi, karşı oyuncuların yer aldığı sahnede yeni bir aşamaya giriyor.
Sovyetler Birliği ve revizyonist blokun dağılmasından bu yana ABD, Doğu Avrupa'da, Orta Asya'daki bir çok devlette, eski Yugoslavya'da, Irak'ta, Libya'da, Afganistan'da, Pakistan'da, Irak'ta etkisini artırdı. Amerikan emperyalizminin bu dönem içinde bu bölgelerde güçlenmesini ifade eden her adım veya ortaya çıkan her çelişki, Rusya ve Çin ile doğrudan karşı karşıya gelme sürecini kısaltıyor. Özellikle ABD'nin Rusya'nın 'arka bahçem' dediği alanlarda; Kafkasya, Hazar Havzası ve Orta Asya'da etkili olması, Rusya ve Çin ile rekabetini keskinleştiriyor.
Amerikan emperyalizminin çıkarlarına tabi olan bir İran, ABD'nin Rusya ve Çin'deki politik ve etnik farklılıkları, çelişkileri daha kolay kaşımasının önünü açacaktır. Çin'in de Sibirya'da gözünün olduğunu düşünürsek, Amerikan emperyalizmi bu sorunu da kaşıyarak Rusya ve Çin'in kendisine karşı ortak hareket etmelerini, SCO'nun gelişimini engellemeye çalışacaktır. 
Emperyalizm her şeye muktedir değildir. Bölge halklarının, işçi sınıfı ve emekçilerin de söyleyecekleri bir söz vardır mutlaka. Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi bu sözü şimdilik hepimiz adına söylemektedir.  Bölgemizde ve söz konusu üç bölgedeki gelişmeler sorunların emperyalizm tarafından ne derece aynılaştırıldığını; her bir bölge ülkesinde işçi sınıfı ve emekçi yığınların hemen aynı sorunlarla, baskıyla, sömürüyle karşı karşıya olduklarını göstermektedir. Bu demektir ki, tek ek ülkelerde yükselen mücadeleleri bölgesel çapta birleşiştirmenin, örgütlemenin, bölgesel devrimleri gerçekleştirmenin maddi koşulları vardır. Emperyalizmi bölgemizden kovmanın, işbirlikçilerinin iktidarını yıkmanın, özgür ve demokratik bir Ortadoğu oluşturmanın böyle bir mücadeleden geçeceğinden kim şüphe edebilir ki!
http://www.ibrahimokcuoglu.blogspot.com

KENTSEL DÖNÜŞÜM İLE KENT DEVLETLERİNE, Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN


KENTSEL DÖNÜŞÜM İLE
KENT DEVLETLERİNE
                                                                                   Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
İki binli yıllara doğru eski bir Dünya Bankası ve İMF görevlisi Türkiye’de önce başbakan ve daha sonra da cumhurbaşkanı olunca, küresel emperyalizmin istek ve talepleri doğrultusunda Türkiye’de dönüşüm rüzgârları estirilmeğe başlanmış ve birçok tasarı gece yarıları okunmadan ve tartışılmadan meclisten geçirilerek yasalaştırılmıştır. Bunların içinde yer alan önemli yasalardan birisi de Büyükşehir Belediyeleri hakkında çıkan kanundur.
Nüfusu bir milyon civarında olan bazı büyük kentler Büyükşehir Belediyeleri hakkındaki kanunun içine alınarak devletin anayasal sistemine rağmen ulusal ve üniter devlet ilkelerine ters düşen bir doğrultuda yeniden farklı bir yapılanmaya doğru yönlendiriliyorlardı. Bu doğrultuda, giderek büyüyen kentlerin belediyeleri Büyükşehir Belediyesi konumuna getiriliyor ve kent merkezinin civarında oluşan yerleşim merkezleri de ilçe belediyeleri olarak bu Büyükşehir Belediyelerine bağlanarak, merkeze bağımlı hale getiriliyorlardı. Bir anlamda, büyüyen kentlerin eyaletleşmesi anlamında yerel yönetimlerde merkezileştirme girişimleri yasa ile düzenlenerek ilçe belediyelerinin bağımsız hareket etmeleri önleniyor ve Büyükşehir Belediyelerine bağımlı bir statü getirilerek, bunların eyalet merkezine bağlı olmaları sağlanıyordu. Büyükşehir belediyelerine yeni yasal düzenlemeler ile daha geniş otorite tanınıyor ve geliştirilen yetki genişliği alanı içinde, bu gibi büyüyen merkezlerin başkent Ankara’nın denetimi dışına çıkarak, gelecekte yerel küçük devletçiklere dönüşebilmelerinin yolları açılıyordu.
Türkiye önümüzdeki yıl yerel seçimlere giderken, TBMM’nin önüne Büyükşehir Belediyeleri ile yeni yasa tasarısının getirileceği anlaşılmaktadır. Büyükşehir sayısın otuza çıkaracak bu tasarı ile, iktidar partisi yeni bir yerel seçim zaferi elde edebilmenin peşindedir. Ne var ki, konu Türkiye’nin birliği ve bütünlüğü açısından ele alınmadığı için gelecekte Misakı Milli sınırları içinde bir milli mücadele savaşı kazanılarak elde edilmiş olan ulusal ve üniter devlet yapısının parçalanmasına gidecek kadar hassas bir görünüm arz etmektedir.
Büyükşehir Belediyeleri üzerinde ısrar ederek , hızla artan nüfusun ihtiyacı olan yeni kent yapılanmalarına gidilmemesi de ülkede giderek eyaletleşmeye giden gelişmelerin önünü açmaktadır .  Bir çok kentten daha kalabalık ve büyük bir aşamaya gelen Türkiye’nin önde gelen ilçeleri , vilayet yapılacaklarına Büyükşehir olarak ilan edilmeye hazırlanan kentlerin sınırları içerisinde tutulmakta ve küresel emperyalizmin ulus devletlerden eyalet devletlere geçiş planları doğrultusunda bunlar , bugün Büyükşehir olarak ilan edilmekte olan  yarının eyalet devletlerinin içinde kalmağa mahkum kılınmaktadırlar . Bu açıdan Van kenti  ile  ilgili gelişmeler son derece düşündürücü bir biçimde tartışma alanına gelmiştir .Bir kaç deprem üst üste gören bu kentin   toparlanabilmesi açısından  kente bağlı en büyük ilçe olan Erciş’in vilayet olması mümkün iken , bu yola gidilmeyerek ,Van’ın Büyükşehirler listesi içine alınması çeşitli tepkilere yol açmıştır . Van kenti yurdışında yaşayan Ermeni diyasporası aracılığı ile gelecekte  Doğu Anadolu toprakları üzerinde ilan edilmesi düşünülen  Büyük Ermenistan’ın başkenti olarak hazırlanmağa başlanmıştır .Bu aşamada Van’ın Büyükşehir ilan edilmesi Büyük Ermenistan projesine yardımcı olacak ve Ermenistan bugün  büyükşehir olarak ilan edilmekte olan Van üzerinden  Doğu Anadolu’nun tam ortasına yerleşebilecektir . Van’ın Ermeni yapılanmasının merkezi  olması hazırlanırken bu kentin büyükşehir ilan edilmesi , Büyük Ermenistan için kolaylaştırıcı bir adım olacaktır.Buna karşılık ,Van’ın karşı kıyısındaki Erciş’in vilayet yapılması ise ,   Van merkezli Ermeni yapılanmasına karşı  bölgede Türk kimliği ağır basan yeni bir vilayeti Türkiye’ye kazandırarak   Doğu Anadolu bölgesinde Türkiye Cumhuriyeti devletinin etkinliğinin artmasına ve böylece devam etmesine giden yolu açacaktır .  Van örneğinin açıkca ortaya koyduğu üzere , büyükşehir belediyeleri  uygulaması ülkede hem eyaletleşmeyi hem de  Sevr planının uzantısı olan Balkanizasyonu Türkiye’ye taşıyacaktır ,
            Daha önceleri ilan edilmiş olan Büyükşehirlerin bugünkü gelişmelerine bakıldığı zaman , birer milyonun üzerindeki nüfus yapıları ile bu merkezlerin kendi vilayet sınırları içerisinde merkez Ankara’dan koparak eyaletleşmeye doğru gittikleri görülmüştür . Edirne çevresinde bir Trakya Cumhuriyeti , İzmir bir Ege Cumhuriyeti ,Antalya bir Akdeniz Cumhuriyeti  ,Trabzon bir Karadeniz Cumhuriyetine doğru  gelişmeler gösterirken , Van ve Diyarbakır gibi  Büyükşehirler ise ,Türk kimliğinin ötesinde farklı kimliklere dayalı  bazı etnik ve gayrimüslim devletçikleri Balkanizasyonun  Anadolu’ya taşınması doğrultusunda  öne çıkardıkları görülmektedir . Konya,Kayseri,Eskişehir,Bursa ve Zonguldak,  gibi büyük kentler’de tıpkı İstanbul gibi kendi kontrol edebilecekleri  bir çevre hegemonyası arayışı içine girmiştir . Büyükşehir ilan edilen kentler hemen yeni ilçe belediyeleri oluşturarak bir anlamda yerel devletleşmeye doğru gitmektedirler .İlçe belediyelerinin sayılarının artmasıyla da  büyükşehirlerin gücü artmakta ve zamanla  kendi sınırları içerisinde devletleşme olgusu yaşanarak , büyükşehirlerin otorite merkezi olduğu eyalet devletlerine doğru  gelişmeler birbiri ardı sıra gündeme gelmektedirler . İstanbul,Diyarbakır,Edirne,İzmir,Antalya gibi büyükşehirler daha şimdiden kendilerini başkent ilan ederek bölgeciliğe başlamışlar ve Türkiye Cumhuriyetinin başkenti Ankara’yı , ya dışlayarak ya da by-pass ederek  kendi bağımsız geleceklerine doğru her türlü dış ilişkilere girmekten kaçınmamışlardır . Nüfus artışının hızlı olması , başkent Ankara’nın seksen milyonluk bir ülke halkının istek ve taleplerini tam olarak karşılayamaması  yüzünden ,halk kitlelerinin taleplerinin büyükşehir yapılanmaları üzerinden yerel yönetimlerin üzerine yıkılması kolay bir yol olarak ortaya çıkmış ve siyasal iktidarlar da  bu durumdan yararlanmaya bakmışlardır . Ciddi anlamda bir idari reform ile  toplumun gereksinmelerini karşılamaktan uzak kalan siyasal iktidarlar ,giderek büyüyen  kentleri büyükşehir belediyelerine dönüştürmeye öncelik vermişler ama dış bakılar ve yönlendirmeler nedeniyle yeni vilayet kurmaktan uzak durmuşlardır .
            İki binli yıllara girildikten sonra Türkiye üzerinde küresel emperyalizmin baskıları daha da artınca,bu kez Büyükşehir Belediyeleri kanunu ile yetinmekten vazgeçilerek yeni adımların atılması gerçekleştirilmiştir . Önceki cumhurbaşkanı döneminde hem kamu yönetimi hem de yerel yönetimler reform tasarıları meclise getirilmiş ve bunlar hızla parlamentodan geçirilerek ,küresel emperyalizmin yeni eyalet devletçiklerini oluşturma girişimlerine hız verilmiştir . Eski bir Anayasa Mahkemesi başkanı olan önceki cumhurbaşkanı bu reform tasarılarındaki oyunları görerek her iki yasayı da veto etmiş ve böylece   Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurucu iradeden gelen ulusal ve üniter devlet modelini sorumlu ve vatansever bir devlet başkanı olarak korumuştur . Bu cumhurbaşkanı döneminde , kent devletlerine gidecek  yolda reform görünümlü bölücülük amacına ulaşamayınca ,bu kez başka yollar denenmiş ve Avrupa Birliği sürecinde yeni adımlar atılırken , büyük kentleri başkent Ankara’dan ayıracak girişimlere öncelik verilmiştir . Avrupa Birliğinin vermiş olduğu paralar ile  bölücülüğün merkezi olan Diyarbakır’da  bölge istinaf mahkemesinin temelleri atılmıştır . Daha sonraki aşamada dokuz ayrı büyükşehir  yeni istinaf mahkemelerinin merkezleri olarak ilan edilmiş ve böylece  kısa dönemde Türkiye’nin başkenti  Ankara’nın yanı sıra dokuz eyalet oluşumu ile ,on eyaletten oluşacak bir federasyon arayışı dönemi başlatılmıştır .Bunun yanı sıra ,kalkınma ajanslarının 12 ayrı büyükşehirde kurulması da  ,kentlerin devletleşmesi doğrultusunda yeni bir adım olarak eyaletleşmeyi hızlandırmıştır .Bu gibi adımlar yeni yasalarla atılırken , genç bürokratlar da Amerika’ya gönderilerek  , eyaletleşme ve eyalet yönetimi üzerinde kurslardan geçmişler ve gelecek de eyaletlerden oluşacak federasyon yapılanması  doğrultusunda  eğitim almışlardır . Amerikan devleti bu doğrultuda bürokratların yanı sıra bazı bilim adamı ve yargıçlara da burslar vererek , hem eyaletleşme hem de federasyon devleti oluşumu konularında yetiştirilmişlerdir . Böylece idari yapılanmaların yargı ayağı da tamamlanarak  ulusal ve üniter devletten kopma süreci hızlandırılmıştır .  Küresel sermayenin ulus devlet düşmanlığının etkisi altında kalınarak , kentlerin ulus devletlerin başkentlerinden koparılmalarına giden süreç hem hızlandırılmış hem de bu doğrultuda yeni adımlar atılarak ,küresel emperyalizmin yeni dünya düzeni  eyaletler ya da kent devletçikleri üzerinden kurulmağa çalışılmıştır .
Ulus devletin merkezi yönetimine son verecek derecede keskin adımlar  atılırken , kentlerin dönüştürülmesine öncelik verilmiş ,batı emperyalizmi  yerli işbirlikçilerini bu doğrultuda  dolduruşa getirerek , kentlerin merkezi olmayan bir biçimde yeniden ele alınmalarını sağlamıştır . Yerelleşmeye öncelik veren adımlar atılırken ,yeni yasal düzenlemeler yapılmış , bakanlıkların yurt içi örgütleri de bu doğrultuda daha farklı düzeylerde çalışmalara yönlendirilmişlerdir . ABD Büyük Orta Doğu ,İsrail Büyük İsrail , Avrupa Birliği ise Büyük Avrupa plan ve projeleri doğrultusunda ulusal ve üniter bir devlet olan Türkiye Cumhuriyetini  eyaletleşmeye doğru yönlendirirken , bölgesel  federasyon yapılanmasının temelleri kentsel dönüşüm  adımları ile atılmağa çalışılmıştır . Avrupa Birliği Türkiye’yi üye yapma konusunu bir  pazarlık ve şantaj olarak öne sürerken  , ABD ve İsrail ikilisi bölge devletlerinin sınırlarını değiştirecek derecede terör ve savaş saldırganlığını  bütün bölge devletleri ile beraber Türkiye’ye de yönelterek  yol haritalarında ilerleme sağlamağa çalışmışlardır . Türkiye’de merkezi yönetime son verecek derecede köklü ve radikal adımlar atılırken  ,kentlerin dönüştürülmesine öncelik verilmiş ve giderek büyüyen kentler , kentsel dönüşüm planları çerçevesinde yeniden yapılandırılmağa çalışılmıştır . Ülkeyi merkezi yapılanmadan çıkarma doğrultusunda yapılan yerel yönetim girişimlerinin , zaman içerisinde kentsel dönüşüm plan ve programları ile de desteklenmeleri , dönüşüm sürecini daha da hızlandırmış ve bir an önce sonuç almak isteyen küresel sermaye ile beraber ABD ve İsrail devletlerinin Türkiye yönetimi üzerindeki etkilerini daha da artırmıştır . Merkezi yönetim ve başkent Ankara bir yana bırakılarak , Ankara’daki meclis Ankara’nın içinin boşaltılmasına alet edilmiş ,anayasa ve yasalar daha tam olarak değiştirilmeden   , Ankara’nın başkent olma statüsü  kaldırılmadan  ,anayasaya aykırı bir biçimde kamu bankalarının merkezleri yeni Bizans olarak  tanımlanmağa başlayan İstanbul’a götürülmüştür .
            Kentsel dönüşüm  projeleri uluslar arası konjonktürün ulus devletleri tasfiye sürecinde bir dayatması olarak   ortaya çıkınca , hem bu konuda çeşitli bakanlıklar üzerinden  yeni bazı uygulamalara gidilmiş hem de hükümetin öncülüğünde  bütün yerel yönetimler kendi yörelerinde kentsel dönüşüm işine kalkışmışlardır . Kentsel dönüşüm konusu  yerel düzeyde ele alındığında daha çok imar ve çevre düzenlemesi olarak öne çıkmış ve belediyeler kendi yörelerini yeniden düzenleme doğrultusunda  çağdaş gelişmelerin ışığı altında   yeni imar planları ile dönüşüme yönelmişlerdir . Bir anlamda kentler içinde insanların yaşadığı yöreler olmaktan çıkarak  ,küresel emperyalizmin yaratmak istediği piyasalar dünyasının yerel merkezleri  durumuna sürüklenmişler ,dışarıdan gelen yabancı sermayenin öncülüğünde bütün yerleşim merkezlerinde alış veriş merkezleri büyük alanlara inşa edilerek , geleneksel çarşı ve pazarlar çöküşe mahkum edilmişlerdir . Batı dünyasının önde gelen tekelci şirketlerinin ve onların markalarının yer aldığı alış veriş merkezleri  dolar ve euro üzerinden ticaretin yapıldığı alış veriş merkezleri ile yurdun bütün köşelerine girdiği zaman   tüm yerleşim yerlerindeki    dükkan ve mağazalar satış yapamaz hale gelmişler ve zamanla iflas ederek piyasayı küresel şirketlere terk etmişlerdir . Kahraman bakkallar  kredi kartı ile satış yapan  alış veriş merkezleri ile savaşa kalkışırken , yoksul halk kitleleri bunların yanında yer almak istemiş ama kredi kartı kolaylığı ile taksit olanakları yüzünden halk kitlelerinin büyük çoğunluğu alış veriş merkezlerine teslim olmak  zorunda kalmışlardır . Küresel şirketlerin şubelerini içinde barındıran bu merkezler , kentlerin dönüşümünde en önemli adım olmuş , halk kitleleri sağlanan kolaylıklar yüzünden geleneksel çarşı ve pazarları  terk ederek  yeni  alış veriş   merkezlerinin kartlı abonesi olmuşlardır . Bu konuda o kadar ileri gidilmiştir ki , Ankara ve İstanbul Avrupa kıtasında en fazla alış veriş merkezlerinin kurulduğu kentler olarak öne çıkmışlardır . Benzeri gelişmeler Türkiye’nin diğer büyük şehirlerinde de görülen manzaralar olmuştur . Alış veriş merkezleri  bütün yerleşim yerlerinin ve kentlerin geleneksel düzenlerini bozarak kentsel dönüşümün önünü açmışlardır .Bir anlamda kentsel dönüşüm , çeyrek yüzyıl önce başlanan  alış veriş merkezleri zincirinin tüm  bölgelere yayılmasıyla  başlamıştır denilebilir .         
Belediyeler  rant kazanmak ve yeni imar planları hazırlayarak , bunlar aracılığı ile daha fazla bir  gelir elde edebilmek üzere  kentsel dönüşüm planlarına yöneldiğinde , her yerleşim biriminin kendine özgü sorunları gündeme gelmiş ,bu doğrultude belediyelerin birbirinden farklı yeni imar planlarına yöneldikleri görülmüştür . Küreselleşme akımı  genel anlamda  yepyeni bir dünya düzeni oluşturmak üzere  yola çıktığı için , her kent bu doğrultuda bir kıpırdanma içine girmiş ve yerel yönetimler  yörelerini  güzelleştirmek ya da modernleştirmek üzere  yeni yapılanmalara girişmişlerdir . Daha önceleri  mahallelerde görülen yerel güzelleştirme   derneklerinin  bu uğraşını yerel yönetimler kendi görevleri saymışlar , güzelleştirme ve modernleştirme adı altında ya da gerekçesiyle  yöresel yıkım ve değişim planlarını öne çıkarmışlardır . İçinde oturulamayacak duruma gelen   yüz yıllık ya da elli senelik binaların  yıkımına öncelik verilmiş ayrıca  son yıllarda  çokça görülen depremler nedeniyle zelzele kuşağında bulunan bütün binaların yıkılmasına da öncelik verilmiştir . Bu noktada İstanbul depremi bir büyük sorun olarak gündemde tutulmuş ve bu noktadan yola çıkılarak İstanbul kentinde halen kullanılmakta olan  Osmanlı döneminden kalma binaların yıkımına  ağırlık tanınmıştır . Büyük bir deprem tehlikesi ile karşı karşıya bulunan İstanbul’u bu tehlikeden kurtarmak üzere  , kentin en eski binalarının bulunduğu semtlerde  toptan yıkımlara gidilmiş ,halk kitlelerini evsiz bırakmamak üzere belediyeler üzerinden önlemler alınarak  dışarıda kalan halka geçici barınma olanakları sağlanmıştır . Kudüs ile  Büyük Orta Doğu bölgesinin merkezi olma yarışı içinde olan İstanbul’un  deprem ile tehdit edilmesi tehlikesi  bu kentin  rekabet yarışında geride kalmasını sağlayabileceği görülmüş ama buna rağmen kentsel dönüşüm planlarından vazgeçilmeyerek , İstanbul’un yeniden inşasına devam edilmiştir .
            Küresel sermaye, okyanus ötesinden dünyayı yönetemez bir noktaya sürüklendiği için  kendi denetimi altındaki medya aracılığı ile İstanbul’u  dünya ticaret merkezi olarak ilan ettirmiş ve  bu doğrultuda  Atatürk’ün adını kullanarak Ataşehir adı altında kendisi için yeni bir yerleşim merkezi inşa ettirmiştir .  İstanbul’un Anadolu yakasında yer alacak bu sermaye merkezi New York bankalarının elindeki sermaye gücünü  Yeni Bizans projesinin merkezi olacak İstanbul’a taşıyacak ,bu nedenle de kentsel dönüşüm projeleri ile bu eski kent  dünya ticaret merkezi olarak yeniden yapılandırılacaktır . İstanbul Belediyesi tarafından yürütülen kentsel dönüşüm projelerine bakıldığı zaman küresel sermayenin dünya ticaret merkezi planına öncelik verildiği , hiç bir biçimde Türk devleti ya da halkının ulusal çıkarları doğrultusunda bir yeniden yapılanmaya gidilmediği anlaşılmaktadır .Dış tercihlere öncelik veren ,küresel sermayenin yeni yerleşim merkezi olarak seçilen İstanbul’un kentsel dönüşüm projelerinde bunlara öncelik tanındığı ama hiçbir biçimde İstanbul halkının ya da Türk devletinin beklentileri doğrultusunda kentsel dönüşüm girişimlerinin gündeme getirilmediği görülmektedir .  Kentsel dönüşüm bir anlamda Türklerin İstanbul kentinin sönüşümü olmakta ,ama daha sonraki aşamada da küresel sermayenin yeni dünya ticaret merkezi olarak yepyeni bir yapılanmayı  devreye sokmaktadır . Kentsel dönüşüm İstanbul’u yeniden Bizans’a ya da Konstantinopolis’e dönüştürürken ,Osmanlılardan kalan Türklerin İstanbul’unu tarihin tozlu sayfalarına göndermektedir . Bu kentte  yaşamakta olan gayrimüslimlerin öncülüğünde Yeni Bizans projesi Fener Patrikhanesinin yönetiminde devreye girmekte ,İstanbul Türklerin ya da Türkiye’nin en büyük kenti olmaktan çıkmaktadır . Bir yandan Bizans’a geri dönüş diğer yandan küresel sermayenin dünya ticaret merkezini bu kentte kurmağa çalışması , İstanbul’u geleceği  belirsiz bir kent konumuna getirmiştir . Deprem tartışmaları sürdürüldükçe , İstanbul’un eski semtleri toptan yıkılarak , yeni hazırlanan projelerin uygulama alanlarına dönüştürülmektedir .
Kentsel dönüşüm süreci Türkiye’de yeni bir dev kamu kuruluşu olarak Toplu Konut İdaresi’ni öne çıkarmıştır . Emlak bankasını kapatan , bu banka üzerinden yürütülen yapı ve inşaat projelerini  Toplu Konut İdaresine teslim eden iktidar partisi bir yönü ile de bu kamu kurumunun bir büyük dev olarak piyasayı kaplamasına yol açmıştır . Yıllardır sürüp giden kentleşme  eğilimlerinin çarpık bir  duruma gelmesi yüzünden devlet bu alana  müdahale ederek Toplu Konut İdaresini devreye sokmak durumunda kalmıştır . Batının kontrolu altında bir kapitalist ekonomiyi yaşam düzeni olarak seçen Türkiye Cumhuriyetinde insanların yaşadığı kentler  her türlü rant kavgasının çekişme alanları olarak öne çıkarken ,maddi durumu çok geride olan bazı yerel yönetimlerin , kentsel dönüşüm alanları ilan ederek buralardaki eski binaları yıkmağa yöneldikleri ve elde ettikleri boş alanlar üzerine de çeşitli projelerin yapımını gündeme getirdikleri görülmüştür . Türkiye’yi son on yıldır yönetmekte olan  ılımlı Müslümanların partisi  sahip olduğu liberal düşünceler ile  kentsel dönüşüme ekonomik açıdan bakmış ve böylece kendisini destekleyen çeşitli cemaat kadrolarına , kentsel dönüşüm projelerinde hem iş hem de ihale olanakları getirmiştir . Çarpık kentleşmeye devlet müdahale edince , bu kent yağmasına ve imar rantlarına geçiş dönemi başlatılmış ve bu konuda da hem iktidar partisinin elindeki belediyeler ile  gene hükümetin denetimi altındaki Toplu Konut İdaresinin ortak çalışmalara yönlendirildikleri görülmüştür . Vatandaşın barınma ve konut gereksinmeleri  doğrudan doğruya Toplu konut idaresi üzerinden karşılanmağa çalışılmış ,piyasa ve inşaat sektörü eskiden olduğu gibi Karadeniz’li müteahhitlere bırakılmamıştır .
İnşaat sektörü daha çok göç alan kentlerde gelişmeler gösterirken , hükümetin yönlendirmeleri ve iktidar partisinin elindeki belediyeler yurdun her köşesinde toplu konuta yönelmişler  ve bu doğrultuda Toplu Konut İdaresi büyükşehirlerin ve illerin yanı sıra ilçelerde de belirli bölgesel düzenlemeler çerçevesinde toplu konut yapımını gerçekleştirmeğe çalışmıştır . Anadolu  insanını tümüyle eski  ve  yıpranmış binalardan kurtarma doğrultusunda geliştirilen toplu konut projeleri  Anadolu’yu yeniden inşa ederken ,yıkılan eski mahallelerin yerinde yeni rant tesisleri yükselmeğe başlamıştır . TOKİ’nin devreye girmesiyle daha güçlü bir yapılanma  içine giren kentsel dönüşüm projeleri  , kentlerin yayılması üzerine merkezde kalan eski yapıların bütünüyle yıkılmasını öne çıkarmış , merkezde yer alan okul binaları ya da kamu kurumlarının çalışmalarını sürdürdüğü yapılar zamanla yıkılmış ve bunlar kentin dış semtlerinde yeniden daha modern bir biçimde yapılırken ,merkezi alanlarda ortaya çıkan boş alanlar  çeşitli ticari girişimlere konu olmuştur . Bu gibi boş alanlar  alış veriş merkezlerine olduğu gibi ticaret ve iş merkezlerine ya da  çeşitli ekonomik girişimlerin  yatırım yapılanmalarına tahsis edilerek  piyasa ekonomisinin canlandırılmasında kullanılmıştır .  Küresel emperyalizmin istediği piyasa ekonomisinin hegemonyası , kentsel dönüşüm plan ve projeleri sayesinde gerçekleştirilmiş  , bir yanda toplu konut siteleri yapılarak kentler yenilenirken diğer yandan da  yıkılan binalardan ,okul ve kamu yapılarından geri kalan boşluklar da piyasa ekonomisini canlandıracak doğrultuda yeni yatırım alanlarına öncelik verilmiştir .Bu amaçla planlar ya da projeler değiştirilmiş ,parayı verenin düdüğü çaldırması gibi , yerel yönetimler de  döviz getiren yabancı sermaye kuruluşlarına kentlerin en güzel ve merkezi alanlarına açarak ya da tahsis ederek , teslim olmanın açık örneklerini göstermişlerdir
Siyaset alanında devletlerin küçültülmesi nedeniyle devreye giren mafya-çete-cemaat yapılanmaları ,bütün belediyelerde devreye girerek bu yerel kuruluşların imar planı hazırlıklarında ya da  öncelikli arsa ve yer tahsislerinde önde gelen önemli roller oynamışlardır . Bu yüzden kısa zamanda yeni zenginler sınıfı oluşmuş , vatandaş türban ya da laiklik kavgası ile uğraşırken atı alan  köprüyü geçerek  yeni zenginler sınıfı içindeki yerlerini almışlardır . İmar planı yetkilerinin ve imar vergilerinin yerel yönetimleri devri sonrasında , bütün belediyeler kentsel dönüşüm planlarına yönelerek merkezi alanlardaki eski binaları yıkarak ve ortaya çıkan boşluklar içinde yeni planlar hazırlayarak  kentsel dönüşüm görünümünde büyük rant oluşumları sağlamışlardır . Bu yüzden belediye seçimleri ve yerel yönetimler birer rant kavgasının alanları durumuna gelmiştir . Hiç gerekmediği halde , kendi yandaşlarına rant geliri yaratmak zorunda kalan partili yerel yönetimler olduk olmadık yerlerde kentsel dönüşüm ya da  yeniden yapılanma planları adı altında tamamen yandaşlara gelir ve rant kazandırma girişimlerine kalkışabilmektedirler . İktidar partileri de genel seçimler sırasında yerel yönetimlerin desteklerine  gereksinme duydukları için ,bazı hukuka aykırı girişimleri ya da plan ve programları görmezden gelebilmekte ve bunun sonucunda da tüm belediye yönetimlerinin yargı yerlerine düşmesi gibi olumsuz durumlar görülebilmektedir. Siyasal iktidarlar yerel yönetimleri  kendi tabanlarını  doyurma yeri olarak gördüğü sürece kentsel dönüşüm projelerinin rant yaratmaya dönük girişimler olmaktan kurtulması mümkün olamayacaktır . Afet riski taşıyan bölgelerde ve deprem kuşağı üzerinde  kesinlikle uygulanması gereken kentsel dönüşüm projelerinde ,acil yerlerin bir yana bırakılarak daha fazla gelir getirebilecek rant alanlarına öncelik verilmesi ,bu alanda önlem alınmasını engellemektedir .
Kent yağmasının yanı sıra yeşil alanların da yağma konusu olarak seçilmesi   bu konudada yeni düzenlemelere gidilmesini zorunlu kılmıştır . Özellikle  2-B arazisi olarak gösterilen orman vasfını yitirmiş orman kenarı bölgeler için düşünülen villa kent projelerinde İspanya gibi devletlerin içine sürüklendiği çıkmazların iyi hesap edilmesi gerekmektedir .İspanya’da  yabancılar için bu gibi alanlarda yapılan villa kentler elde kalmış ekonomik kriz nedeniyle Avrupa ülkeleri durgunluğa sürüklenince , kimse  İspanya’ya giderek bu orman kenarında yapılan villa kentlerden ev almamıştır . Türkiye’yi ekonomik darboğazdan kurtaracak ve elli milyar gelir getirecek projeler olarak öne ürülen 2-B arazisi planlarının uygulamaya geçirilmesi sırasında  İspanya ve İtalya,Yunanistan gibi ülkelerin içine sürüklendiği çıkmazlardan iyi dersler alınması gerekmektedir . Aksi takdirde ,villa kentler kurmak üzere orman arazisi statüsünden çıkarılan güzel vatan köşelerinin de kentsel dönüşüm adına  yabancıları yok yere  tahsis edilmesi gibi olumsuz durumlar ile Türkiye ‘de karşılaşabilecektir . Ayrıca hazineye ait tarım arazilerinin bazı tekelci küresel şirketlere yok pahasına tahsis edilmesi de yeni peşkeş tartışmalarını öne çıkartabilecektir . Yağma ve talan girişimleri dıştan destekli emperyal organizasyonlar ile örgütlenirken ,ülkenin önemli su yatakları,tarih ve kültür hazineleri,turizm alanları, , petrol ve doğal gaz yatakları ile diğer maden arazilerinin de   yok pahasına yabancıların eline geçmeleri söz konusu olabilecektir . Türkiye Cumhuriyeti bugün  Misakı Milli sınırları içindeki vatan topraklarının  neredeyse onda birini yabancılara çeşitli yönlerden tahsis etmiş bir durumdadır . Yer altı zenginliklerinin  özelleştirme ya  da küreselleşme görünümü altında yabancılara tahsis  edilmesiyle beraber  çeşitli kentler tehdit altında kalmakta ,zengin altın madenlerinin yabancılar tarafından çıkarlımsa yüzünden koskoca Bergama kenti yaşanmaz bir konuma düşürülmektedir . Bir çok kentin toprak altında çeşitli maden ve enerji yataklarının bulunması yüzünden de , bu bölgelerde dolaylı yollardan kentsel dönüşüm projeleri devreye sokularak , bu gibi değerli toprakların üzerinde insanların yaşamlarına son verilmektedir . Küresel şirketlerin maden ve enerji gereksinimleri yüzünden bazı kentler  Bergama’da olduğu gibi yaşanmaz bir hale gelmekte ve kentsel dönüşüm bir yönü ile de  halk kitlelerinin  kendi topraklarından sürülmelerine yol açmaktadır .
Kentsel dönüşüm ,küresel emperyalizmin bütün dünya devletlerine dayatmış olduğu bir zorunluluktur . Finans kapitalin dünya imparatorluğu hedefi doğrultusunda ,ulus devletler tasfiye edilirken , önce büyük şehirlerin öncülüğünde eyalet yapılanmalarına öncelik verilmekte ,daha sonraki aşamalarda da kırsal  kesimde yaşayan bütün  insanların şehirlerde toplu olarak yaşayacakları kent devletlerinin oluşturulması planlanmaktadır . Kentsel dönüşüm programları bu doğrultuda  büyük şehirler merkezli olarak öne çıkarılmakta ama toplumsal tabanın para kazanabilmesi  için diğer kentlerde ve yerleşim merkezlerinde devreye sokulmaktadır . Bu nedenle , kentsel dönüşüm demek aslında kent devletleri kurulması anlamına gelmektedir . Geçmişten gelen geleneksel kentsel yapılar, geçici olarak görülen ulus devletler döneminde modernleştirilmeğe çalışılmış ama  son tahlilde kent devletlerinin kurulması düşünüldüğü için  kentsel dönüşüm projeleri rant aşamalarından sonra yeni yapılanmaların adımları olarak görülmektedir . Kamu yönetimlerinde yapılan reform girişimlerinde bir çok merkezi yetkinin yerel yönetimlere devredilmeğe çalışılması  , yerel yönetim reformu adı altında gündeme getirilen yeniden yapılandırma girişimleri  hep birlikte kent devletlerine doğru gidişin  öncü hazırlıkları olarak öne çıkmaktadır . Bu nedenle , kentsel dönüşüm projelerine soyunan yerel yönetim birimleri ,kentlerini geleceğe dönük devletleştirirlerken ,  kentlerini devletleştirme yolunda  merkezi devleti ya da devletin ulusal ve üniter yapısını yıkmakta olduklarını da akıllarına getirmelidirler .İnsanlığı modern çağa ulaştıran ulus devletlerin ortadan kaldırılarak , yeniden orta çağın kent devletlerine   doğru bir gidişin tezgahlanması  tam anlamıyla insanlığın geri gidişi olacağı  açıktır . Küresel şirketlerin çıkarları uğruna kurulacak dünya imparatorluğunda bir avuç azınlığın hegemonyasının geçerli olması  post-modernizm  adına gizlenirken , bütün insanlığı modernizmin çağdaş dünyasına taşımış olan ulusal ve üniter devlet yapılarından vazgeçilerek dünya halklarının batılı emperyal devletlerin insafına terk edilmesi tam anlamıyla bir geri gidiş ve  çözülmesi gerekli çok büyük bir çelişki olarak  dünya kamuoyunun önüne çıkmaktadır .
Yerkürenin ikliminin değişmesi yüzünden , dünyanın çeşitli bölgelerinde  ciddi boyutlarda doğal afetler ile karşı karşıya kalınmaktadır .Suni olarak deprem ya da her türlü atmosfer olayı yaratma şansını ele geçirmiş olan insanoğlunun yarın çıkarları için her türlü çılgınlığı yapması mümkündür .Bu gibi istenmeyen durumları dikkate alarak ve doğal afetlerin yaratabileceği mahzurları gidermek üzere önümüzdeki dönemde dünya haritası üzerinde  tarihin çeşitli dönemlerinde görüldüğü gibiyeni göç dalgaları   ortaya çıkabilir . Bu nedenle , kentsel dönüşüm projelerini  insanlığın bu tür acil gereksinmelerini karşılamaya yönelik olarak yeniden gözden geçirmek yararlı olacaktır . Eğer gerçek anlamda insanlığın yararına bir kentsel dönüşüm düşünülüyorsa o zaman, her türlü rant düşüncesini bir yana bırakarak ve  küresel sermayenin  ulus devletleri tasfiyesini hedefleyen kent devleti oluşumlarından vazgeçerek  daha gerçekçi ve bilimsel amaçlı kentsel dönüşüm projelerinin devreye sokulmasında büyük bir kamu yararı olacaktır. Gerçek anlamıyla kentsel dönüşüm, bütün insanlığın hayrına ve yararına  oluşturulmalı, rant ve siyasal çıkar düşüncelerinden uzak bir çizgide  bilimsel  ve gerçekçi  esaslara dayalı bir biçimde tamamlanmalıdır.. . 

1 Ekim 2012 Pazartesi

Okul Sütünde Çocukların 53 Günlük Süt Parası Kime Veriliyor, ÇAPAR KANAT


Okul Sütünde
Çocukların 53 Günlük Süt Parası Kime Veriliyor
ÇAPAR KANAT
Süt sektöründe, Okul sütü projesinde, Ulusal Süt Konseyinde garip şeyler oluyor. Ama bize garip ve ilginç gelmiyor. Dört yıldır endüstriyel süt sektörü oyun üstüne oyun oynuyor, diyet istiyor ve istediğini alıyor ve şimdi de ilköğretim çağındaki çocukların kursağından sütü alıyor!
İlköğretim çağındaki çocuklara dağıtılacak süt süresinden 53 gün kısıtlanarak artacak para, süt sanayicilerine ihracat desteği olarak verilecek?
Bu 53 günlük süt 200 milyon ediyor!
Çocuklar ahrette mi, bu dünya da mı kimin yakasına yapışmalı?
Çocuklardan al sanayicilere ver, sahi böyle mucize buluşu kim icat ediyor? Sanayiciler ve onların tesirindekiler!
Çocuklara süt dağıtımı yarım dönemde -o da her gün değil-süt dağıtılacak- süt sanayicilerine tam ihracat teşviki veriliyor!
Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı Çiğ sütte ‘’arz fazlalığı var ‘’ gerekçesi ile süt ve süt ürünlerinde ihracat desteğine hazırlanıyor.
Okulların birinci döneminde ödenek yokluğundan çocuklara süt dağıtmayan ancak ödenek azlığı nedeniyle eğitim ve öğretim yılının ikinci döneminde, o da haftada sayısı bilinmeyen günlerinde süt dağıtmaya karar veren Bakanlık endüstriyel süt sektörüne keseyi açtı.
Okul sütü projesine cimrilik, endüstriyel süt sektörüne cömertlik!
Tarımsal Desteklerin sanayicilere kullandırılması Anayasaya aykırı!
Çocuklara süt kısıtlı verilecek ama sanayicilere süt ve süt ürünlerinde ihracat teşviki geliyor.
Sanayicilerin istediği para miktarı: 200 milyon Türk Lirası olup bu para 400 milyon adet 200 ml süte denk geliyor. Bu da ilköğretim çağındaki çocuklara 53 günlük süt demek.
Çocukların kursağına gitmesi gereken süt sanayicinin cebine para olarak inecek!
 Geçtiğimiz yıl ASÜD (Ambalajlı Süt Sanayicileri Derneği ) başkanı Sayın Harun Çallı ambalajlı süt ve süt ürünlerinin ihracatına parasal destek verilmesini istemişti..
Tire Süt Kooperatifi Başkanı Sayın Mahmut Eskiyörük de Ticaret Gazetesi’ne verdiği beyanatta ASÜD’den daha ileri giderek ‘’sütte fazlalık’’ olduğundan bahisle ‘’ Fazlalık süt, acil eylem planı geliştirilerek ihracata teşvik verilmedir ‘’ demişti. Ulusal süt konseyindeki oylamalarda sanayiciler paralelinde oy kullanan ve bu yüzden üretici temsilcilerinin tepkisini çekmiş Sayın Mahmut Eskiyörük bir sonraki seçimde ancak kendi oyunu alarak Ulusal Süt Konseyi üyeliğine seçilememişti.
Sanayicilerin süt ve süt ürünlerinden ıslak mamul olarak adlandırılan ürünlere ihracat teşviki verilmesi için 200 milyon Türk Liralık talep yazısını Ulusal Süt Konseyi’nin sanayici ve sanayici temsilcisi  üyesi ve Başkanı Sayın Harun Çallı tarafından Konseydeki üretici temsilcileri yönetim kurulu üyelerinin bilgisi olmaksızın Hayvancılık Genel Müdürü Sayın Ali Karaca’nın önüne koydu. Tam bir skandal, ama skandala bürokrasi ve siyaset itiraz etmeyip çanak tuttu. Siyaset ve bürokrasi USK’nden yönetim kurulu kararı istemedi!
Üretici temsilcilerinin hayır dediğine bakanlık evet diyecek mi?
Hayvancılık Genel Müdürü Sayın Ali Karaca’nın da öteden beri süt ve süt ürünlerinde sanayicilere ihracat parasal teşvik verilmesinde taraftar olduğu biliniyor. Dolayısı ile Konsey’in yönetim kurulu kararı olmayan sadece başkanlığın ve onun temsil ettiği sanayici kanadının isteği olan yazıyı işleme koyması üreticilerin tepkisini çekiyor.
Çiğ Sütte fiyat pazarlığı görüşmelerinin tıkanarak ara verilmesi sonucu Sanayicilerin ihracat desteği talebi, artırılacak çiğ süt fiyatının ‘’diyeti ‘’ olarak görülüyor. Her kafa kaldırışta süt sanayicilerine diyet veren bakanlık bu sefer de verecek mi?
Endüstriyel süt sektörü geçen yıl okul sütü projesi öncesinde çiğ süt fiyatlarını düşürmek üzere iken Bakanlığın ricası ile düşürmemişler ve okul sütü projesi talepleri diyet olarak yerine getirilmişti.
ASÜD ve Ulusal Süt Konseyi Başkanı Harun Çallı geçtiğimiz yılın başlarında 14 milyon TL’ye Danone süt grubunun bir fabrikasını satın aldığı biliniyor. Tanrı daha çok versin mi diyelim, yoksa birazda üreticilere mi versin diyelim. Tanrının terazisini elinde tutuğunu iddia edenlere selam olsun.Üreticiler sadece geçim, adil bir fiyat istiyor.Üç beş hayvanına bir hayvan daha katamayıp süt ineğini kasaba göndermek zorunda kalıyor. Asıl gönderen süt sanayicileridir. 2009 yılında parasal teşvikli süt tozu programı başlamadan önce süt tozu fabrika sayısı ülkemizde 4 iken şimdi 14 adet. Ulusal Süt Konseyi Başkanı Sayın Harun Çallı da 2009 yılından sonra süt tozu fabrikası kuranlardan. Endüstriyel süt sektörü % 68 kazanca sahip iken geçtiğimiz yıl % 20 büyüme gerçekleştirirken hayvan varlığımız ise ancak sıfır faizli krediler ile % 5 büyüyebilmişti.
Konya’nın en çok süt tozu teşvikinden yararlanan il olduğu ile övünen Konyalılarımızın hemşerisi Hayvancılık Genel Müdürü Sayın Ali Karaca’nın 2009 yılından bu yana uyguladığı parasal teşvikli süt tozu politikaları başarısız. Onun başarısız olması bakanlığı da başarısız kılıyor. Şayet başarılı olunsa idi üç yıldır çiğ süt fiyatları referans fiyatların altında gerçekleşiyor olmazdı. Süt tozu fabrikalarının en çok yoğun olduğu Konya ilimizde, İç Anadolu’da çiğ süt fiyatı diğer bölgelere nazaran daha düşük gerçekleşiyor. Çünkü süt tozu fabrika sahipleri aynı zamanda süt ve süt ürünleri de üretiyor, aralarında anlaşarak mı çiğ süt fiyatlarını düşük satın alıyorlar? Bilinmez! Referans fiyatlardan müstahsil makbuzu mu? Güldürmeyin insanları! Nerede bu uygulamaların başarısı? (‘’Süt tozu üretiminde suistimal iddiaları’’ başlıklı geçen yıl yazdığım yazım lütfen okunsun. Biz çiğ süt üreticileri grubuyuz. Biz tarımı, hayvancılığı, gıdayı yazıyor olsak da tarım yazarı değil sütün çiğini üreteniz, sütün çiğini kaynatarak, ambalajlısını da tüketenlerdeniz. İki bini geçen sayı ile gıdayı, tarımı, hayvancılığı, sütün çiğini, ısıl işlem görenini de, akademisyenleriyle, çiftçileriyle tüketicileriyle, üreticileriyle izleyenlerdeniz. Bir iktidar kuruluşu değil gerçek anlamda sivil bir toplum örgütüyüz.)
Soruyoruz? Süt ve süt ürünlerinin yaş diye tabir edilen peynir vb. ürünlerde ihracat teşvikinin verilecek olması çiğ süt-damızlık üretim sektörüne faydası nasıl dokunacak? Ülkemizde çiğ sütte arz fazlalığı var ise ihracatçılara verilecek 200 milyon TL. önümüzdeki okul sütü projesinde harcanmalı, çocuklara 53 gün ilave süt –benim tercihim ayran-dağıtılmalıdır.
Çiğ sütte fiyat istikrarını gerçekçi piyasa düzenleri kurmayan, nasıl kurulacağına da akıl erdiremeyen bakanlık çiğ süt fiyatlarında zorunlu artış karşısında sanayicileri ikna da kendini diyet ödemeyi zorunlu görüyor.
Üreticilerin sanayicilere ihracatta parasal teşvikin verilmesini istemediği bilindiği halde Ulusal Süt Konseyi kararı olmaksızın sanayici kanadının sanki UGK’nin kararı imiş gibi bakanlığa talep yazısını üretici temsilcilerinden gizli vermeleri hayretle karşılanıyor? Soruyoruz, USK kimin, üreticilerin mi sanayicilerin mi? USK kime çalışıyor? Üreticilere çalışmadığı kesin. Sayın Çallı ASÜD adına değil de niçin USK adına imiş gibi yönetim kurulu kararı olmaksızın önemli bir kendi isteğini bakanlığa sunuyor. Böylesine bir yapıda üretici temsilcilerinin orada işi ne ? İstifa etmeleri doğru olmaz mı? Yoksa ASÜD başkanı bu girişimi ile onları kaale almayıp istifaya mı zorluyor? Ulusal Süt Konseyini sanayicilere teslim eden bir yapıdaki kanunu kim hazırladı? Üreticiler olarak Ulusal Süt Konseyindeki gerçek üretici temsilcilerinin istifa etmemelerini diliyoruz. Bir kısmı istifa ettiği takdirde istifa etmeyen kısım sanayiciler ile kolay anlaşabilen üretici temsilcilerin(!)den oluşabilecektir. İstifa olacak ise tüm üretici temsilcileri toptan istifa etmelidirler!
Soruyoruz?
Ulusal Süt Konseyi kime çalışıyor? Süt çarkı kimin için döndürülüyor? Tüketiciler, üreticiler mi yoksa süt sanayiciler için mi?
Bakanlık kimden iyi bir şekilde etkileniyorlar?
Ulusal Süt Konseyinde sanayicilerden yana tavır koymayan, sanayiciler gibi oy kullanmayan bakanlık temsilcisi bürokratı görevinden kim aldırıyor, kim alıyor?
Üç buçuk tane sermayedar bakanlığa bu kadar nüfuz edebiliyor da milyonlarca kişinin çiğ sütünün satışına aracılık eden Tarımsal Süt Üreticileri Merkez Birliği, Haykoop niçin nüfuz edemiyor?
Tarımsal Süt Üreticileri Merkez Birliği Başkanı ve Burdur Ak Parti bir dönem önceki  eski milletvekili Sayın Ali Koyunu’nun çiğ süt fiyatları konusunda bakanlığın hakemlik yapmasını istediğini medyada okuyoruz.!
Her çiğ süt fiyatı artırılması gerektiğinde sanayicilere diyet ödemekle kendini mecbur gören, hayvancılığın dinamosu olan çiğ süt-dolayısı ile damızlık, hayvancılık politikalarını endüstriyel süt sektörüne teslim edenlerin hakemliği tarafsız olamaz.
Sayın Ali Koyuncuya bildiriyoruz: Hak verilmez, alınır. Hakkı bilmeyenden de hak istenmez. Üreticilerin hakkı yine üreticilere dönülerek, üreticiler ile birlikte alınır. Üreticilere dönerek sanayicilere süt vermeyin deyip çiğ süt grevini başlatmanızı diliyoruz.
25 Eylül 2012 tarihinde çiğ süt fiyatında olması gereken değer masada alınmaz ise ‘’haydi çiğ sütte greve’’ demeniz bekleniyor.
‘’Çiğ Süt Grevine Doğru’’ başlıklı bir önceki yazımı bu yazım tamamlıyor, lütfen vaktiniz olduğunda onu da okumanızı dilerim.
***
Ülker Süt’ün
Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığına Baskısı
ÇAPAR KANAT
Ulusal Süt Konseyi 25 Eylül 2012 tarihinde yaptığı toplantıda çiğ süt referans fiyatını 2012-Eylül-2012-31 Mart arasında geçerli olmak üzere 90 kuruş olarak belirledi.
Bu kararın ardından Ülker Süt firması süt ve süt ürünlerinin ihracatında parasal destek isteği yerine getirilmediği için çiğ süt fiyatları üzerinden Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığına baskı yapmaya başladı! Ulusal Süt Konseyindeki yeni fiyat kararına imza koymasına rağmen ertesi gün eski fiyattan çiğ süt satın alacağını kendi pazarındaki yerel çiğ süt üretici birliklerine duyurdu.
İhracat desteği için Ülker Süt firmasının bakanlığın önüne koyduğu parasal miktar 200 milyon TL.civarında.. Devlet Okul Sütü Projesini para yokluğundan eğitim öğretim yılının birinci döneminde başlatamaz iken, ikinci dönemde de haftanın birkaç günü dağıtımı sürdürebilecek iken Ülkerin bu ihracat desteği isteğine çiğ süt satın alım pazarlık sürecinde henüz evet denilmemesi karşısında Ülker Süt çiğ süt satın alımında eski fiyat uygulaması başlattı.
Kaliteli, kalitesiz kaba yem ve kesif yem fiyatlarına gelen zamlar çiğ süte zammı zorunlu kılıyordu. Yeme gelen zamlara göre çiğ sütün satın alınması 1,2-1,3 TL olması beklenirken 90 kuruşta karar kılınması ile Ağustos ayında 80 kuruş olan çiğ süte % 10 gelen zam sanayiciler tarafından ambalajlı ürünlere bugünlerde yansıtılacak.
Ulusal Süt Konseyi 2012 Haziran ayında yaptığı toplantıda 2012, Eylül-2013 Mart döneminde çiğ sütün 86 kuruştan satın alınmasına karar verilmişti. 7 Eylülde çiğ süt zammı için toplanan konsey bir karar verememiş ve toplantı 25 Eylül 2012 tarihine ertelenmişti.
25 Eylül 2012 tarihinde yapılan 6 kuruş artış öngörülen eski karara bu toplantıda 4 kuruşluk zam ilave edilmesi ile çiğ sütün mevcut fiyatlarına 10 kuruşluk zam yapılmış oldu.
Ertelenen toplantıda üreticiler çiğ sütün üretim maliyetinin işletme büyüklüklerine göre 1,2-1,3 TL arasında olduğu çiğ sütün fiyatının maliyetleri karşılaması gerektiğini, çiğ süte yapılması gereken zammın illaki ambalajlı ürünlere yansıtılmaması ve sanayicilerin kazançlarından da fedakârlık yapmalarının istendiği biliniyordu.
Üretici temsilcilerinin 1 TL’nin altında fiyat kabul etmeyecekleri, bir çiğ süt grevi yapılması beklenirken 90 kuruşa bürokrasi ve siyasetin etkisi üretici temsilcilerinin ağızlarına bir parmak bal basmaları ile razı edildikleri görülüyor.
Üreticilerin bir parmak balı ne?
Çiğ süt üreticilerine soğuk zincir çiğ süt litre başına desteklerin artırılarak çiğ süt-yem fiyat paritesinin 1’e 1,2 oranına gelmesi sağlanacak. Bu oranla çiğ süt üretimi sürdürülebilir olacak mı? Göreceğiz.
Ülker Sütün üreticiler üzerinden bakanlığa baskısı
Ulusal Süt Konseyinin dün (25.09.2012) gerçekleşen toplantısında çiğ süte 90 kuruş kararına karşı söz alan dev bir firma temsilcisi ‘’ geçmiş dönemlerde de Konseyde karar alınmasına rağmen Konseye üye firmaların uymadığını, kendi firmalarının ve birçok firmanın uyduğunu, karara uymayan düşük bedelle çiğ süt satın alan firma veya firmalar market raflarında da bizimle haksız bir rekabet elde ediyorlar. Bu bakımdan 90 kuruşa itiraz eden bir firma var ise bu 90 kuruş kararına açıkça şimdiden çekincesini koymalıdır ‘’ dedi.
Bu 90 kuruş kararına çekince koyan bir firma olmadı.
Konseyde temsilci de bulunduran ve 90 kuruş kararına çekince koymayıp itiraz etmeyen Ülker Süt firması tüm ülkede çiğ süt satın aldığı üretici birliklerini, çiğ süt topladığı taşeronları telefonla arayarak kendisinin 90 kuruş değil 86 kuruştan satın alım yapacağını bildirdi.
Ülker bunu niçin yapıyor
Ülker ASÜD  (Ambalajlı Süt Ürünleri Derneği ) üyesi. Ülker Süt ve Pınar Süt Grubu, bir yıldan bu yana süt ve süt ürünlerinde yaş ürün olarak tabir edilen peynir vb. ürünlerin yurt dışına satışına ihracat desteği istiyordu. Ülker Süt, konseydeki çiğ süt fiyat zammı görüşmelerinde bakanlık temsilcilerinden ihracat desteğinde ‘’yeşil ışık’’ veya ‘’ havet’’ görmemesi, diyet alamayacağını anlaması üzerine ertesi gün (26.09.2012) Konsey ve kendi imzaladığı karara aykırı hareket ederek çiğ sütü eski fiyat kararından (86) kuruş sürdüreceğini yerel çiğ süt üreticilerine, çiğ süt toplayan taşeronlarına bildirdi.
Konsey kararlarına uymamanın bir yaptırımı yok.
Ülker Süt, çiğ sütü eski fiyatından alarak çiğ süt üreticileri üzerinden bakanlığa baskı yapmış oluyor: ‘’ İhracat desteği verirsen Konsey kararlarına uyarım, vermez isen uymam’’, demeye getiriyor!
Firmalara, Ülker Süte Konsey Kararlarına Uymama Gücünü Kim veriyor.
Çiğ süt satın alımında gerçekçi olmayan piyasa düzeni veriyor.
Ülker veya referans fiyatlara uymayan firmalar ancak ekonomik bir piyasa düzeni ile hizaya gelebilir.
Çiğ süt satın alım sahası firmalar arasında parsellenmiş vaziyette ve bu düzende o parsellerde satın alım pazarı da ele geçirilmiş vaziyettedir. Parsellenen pazara devlet ekonomik bir müdahale gücü oluşturmuyor.
Gerçek piyasa düzeni; çiğ süt üretiminde piyasa üretim toplamının en az % 20’sinin üretici birlikleri-kamu tarafından satın alınarak ambalajlı ürün olarak piyasaya sürülmesi ile sağlanabilir.
Şimdi Ülkemizde SEK (Süt Endüstrisi Kurumu) gibi veya benzeri yapıda bir kurum olsa idi Ülker Sütün Pazar sahasından çiğ sütü Ülkerin satın aldığı değerden daha fazla fiyat olan referans fiyatlardan çiğ süt toplatılarak Ülker Süt ekonomik rekabet ile hizaya getirilebilirdi. Sahte süt tozu üretim politikaları ile ne çiğ sütte fiyat istikrarı sağlanabilir ne de referans fiyatlara uymayan Ülker Süt gibi firmalar çiğ süt fiyat istikrarında hizaya getirilebilir!
Ulusal Süt Konseyindeki fiyat kararı toplantısında çiğ sütte 4 kuruşluk zamma çekince koymayan, açıkça çekincesi olup olmadığı tüm firmalara da sorulmasına rağmen tüm firmalar, üretici temsilcileri, bakanlık temsilcisi bürokratların  önünde ‘’ben bu fiyattan satın almam demeyen ‘’ Ülker Süt, ertesi gün  siyasetten koparamadığı ihracat desteği diyeti verilmeyeceği  hırsını üreticilerden çıkarmaya çalıştığını eski karardaki fiyattan satın alım yapacağını yerel üretici birliklerine duyurmasıyla görüyoruz.!
Ulusal Süt Konseyi ne Yapabilir?
Ulusal Süt Konseyi’nin Ülker Süt’ün bu uygulamasını durduracak ekonomik veya bir başka şekilde yaptırım gücü yok.
İşte çiğ süt fiyat istikrarı için süt tozu üretim programının laçkalığı, çözümsüzlüğü, devlet desteklerinin son on yılda 20 kat artırılarak hayvan varlığının artırılamaması, et ve canlı hayvan ithalatına sebep olunması burada!
Mevcut teşvikli süt tozu programı da gerçekte çiğ sütte istikrar sağlamak için değil dev sanayicilere diyet verir bir şekilde, ancak ithalatın azaltılması için uygulanıyor. Okul Sütü Projesi de keza sanayicilere diyet olarak uygulandı ve uygulanacak. Hâlbuki okul sütü projesi diyet olarak değil her gün ve ayran olarak uygulanmalıdır. Her gün uygulanabilmesinin maliyeti 1 Milyar Türk Lirasına yakın bir rakamı oluşturuyor.
İşte dünden bugüne süt devleri bazen birlikte şimdi de tek başına çiğ süt fiyatlarında istikrarsızlık sağlayabilmekteler. GTH Bakanı Sayın Mehdi Eker beyefendinin okul sütü projesi için sanayiciler ile yaptığı toplantıda ‘’ üreticilerin üç kuruşuna göz dikmeyin ‘’sözlerini hatırlıyoruz. Çiğ süt-damızlık üretiminin sürdürülebilirliğindeki çok önemli olan çiğ süt satın alım fiyatındaki istikrar sanayicilerin insaf ve merhametine terk edilmemelidir. Ciddi bir çiğ süt piyasa düzeni kurulmalıdır. Geçmişte tüm firmalar fiyatları düşürmede birlikte hareket ediyorlar ve hepsini isim, isim yazıyorduk. Şimdi Ülker Sütü (Ak Gıda) yazdık. Şimdi Ülker, yarınlarda yine başka bir firma veya hepsi çiğ sütte fiyat istikrarsızlığını bozabilmeye muktedirler..Kamu yönetimi çiğ süt-damızlık üretimini bu şekilde sürdüremez, hayvan varlığını koruyamaz, hayvan varlığını istenen seviyelere de getiremez. Et, canlı hayvan ithalatına ülkeyi mecbur eden endüstriyel süt sektörü ülkede çiğ sütü de bulunmaz edecektir. Çiğ sütün azalması veya yok olması da umurlarında olamaz. AB’nin süt tozu dağlarından ithal edip tüketicilere süt imiş gibi içirirler, süt tozundan yoğurdu yedirirler, ayranı içirirler. Hayvancılık çöker de endüstriyel süt sektörü, inanın, hiç korkmayın çökmez.!
Önümüzdeki günlerde, aylarda ihracat desteği sanayicilere çıkartılırsa siyasetin firmalara diyeti olacaktır. Devletin parası çok ise ihracata verilecek para desteği okul sütü projesine aktarılmalıdır. Böyle ve benzeri diyet istemlerini çiğ sütte gerçekçi olmayan piyasa düzensizliği yaratıyor.
Sahi, Et ve Süt Kurulu Kanun Tasarısı çiğ sütte gerçekçi bir piyasa düzeni sağlayıp ülkeyi et ve canlı hayvan üretiminde yeterli hale getirebilecek mi? Tasarının maddelerinde sanayicilerin etkisi, nüfuzu olur ise zor. Üreticilerin etkisi olur ise kolay.