SURİYE VE İRAN SORUNU
(ORTADOĞU VE ORTA ASYA'DA BÜYÜK OYUN VE
OYUNCULARI)
Akdeniz Alanında tektürel ve
çoktürel faktörler bir arada bulunmaktalar. Belli bir bütünselliği olan bu
coğrafi alanda tarih boyunca çatışmaları, işbirliğini, ilhakları,
ötekileştirmeyi ifade eden aşamalardan geçilerek günümüze gelinmiştir.
1990 öncesinde iki süper gücün
(ABD ve Sovyetler Birlği) rekabeti bölgedeki siyasi, askeri ve ekonomik
gelişmeye damgasını vuruyordu. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra bu
alana Batılı emperyalist ülkeler, NATO ülkeleri deniz güçleri tamamen hakim
oldular. Ama bu hakimiyet durumu Akdeniz Alanının politik olarak
parçalanmışlığını ortadan kaldıramadı. Siyasal parçalanmışlığın yanı sıra bu
alanda Kuzey-Güney arasındaki ekonomik gelişme ve buna bağlı olarak yaşam
standardındaki farklılık da giderek büyüdü.
Deniz ve ticaret yollarının,
Cebeli Tarık, Çanakkale boğazlarının ve Suveyş Kanalı'nın kontrolü Akdeniz
Alanındaki güçlü ülkeler ve dünya hegemonyası için rekabet eden güçler
tarafından her dönem önemli bir stratejik sorun olarak algılanmıştır.
Zengin petrol ve doğal gaz
yataklarını keşfedilmesinden sonra (1871 Baku, geçen yüzyılın '30'lu yıllarında
Basra Körfezi, aynı yüzyılın '50'li yıllarında Kuzey Afrika ve 1990'lı yıllardan
bu yana da Hazar Havzası-Orta Asya alanı) Akdeniz alanı, Basra Körfezinden,
Hazar Havzasından (Karadeniz ve Türkiye üzerinden) petrol ve doğal gazın
nakliyatının (boru hatları ve tanker rotası) kesiştiği bölge, kısmen dağıtım
istasyonu (örneğin Ceyhan-Türkiye) olmuştur. Bu özelliğinden dolayı Akdeniz
Alanı ekonomik ve buna bağlı olarak askeri olarak daha da önemli ve rekabet
yeteneğine sahip bölgesel ve dünya-hegemonal güçleri için vazgeçilemez
olmuştur.
Akdeniz Alanının uluslararası
geçerli ortaklaştırılmış bir tanımı yok. Farklı dönemlerde farklı disiplinler
tarafından farklı tanımlamalar yapılmıştır. Konuyla ilgilenen her bilim insanı,
somut amaca bağlı olarak farklı tanımlama yapmıştır. Tanımlama farklılığı dar
anlamda -Akdeniz ve kıyı ülkelerle sınırlandırılmış tanımlamadan- geniş anlamda
Batıda Atlantik kıyılarına, Güneyde Sahra Çölü'nden Gobi Çölü'ne, Kuzeyde
Baltık Denizi'ne/Kuzey Denizi'ne kadar uzanmaktadır.
Gerçekçi olan tanımlama ancak
Akdeniz ve kıyı devletleriyle sınırlı olan tanımlama olabilir. Aşağıda böyle
bir tanımlamaya uygun düşen haritayı görüyoruz:
Akdeniz Alanı, sadece coğrafi ve
tarihsel bakımdan değil, 21. yüzyılın başından bu yana çeşitli alt-bölge
örgütlerine üyelikten dolayı kurumsal olarak da parçalanmıştır.
1-Akdeniz Alanıyla bağlama içinde Kuzey Afrika, Yakın ve
Ortadoğu
Akdeniz Alanının güney kısmı,
Fas'tan Mısır'a kadar uzanan alan -Kuzey Afrika- Ortadoğu'ya bağlanıyor.
Akdeniz Alanının doğu kısmında -Türkiye, Suriye-Lübnan-İsrail/Filistin-
Ortadoğu'nun batı ve kuzey kısımlarını oluşturan ülkeler yer almaktadır.
Latin Amerika'nın ve kısmen de
Orta Asya Türk devletlerinin dışında Fas'tan Ortadoğu'ya uzanan alanda Arap
devletleri dil, din ve kültür bakımından homojen bir yapıya sahipler. Aslında
“Arap dünyası“ da bu homojenlikten ibarettir. Siyasi olarak bu dünya
parçalanmıştır. 1990'dan önce ABD ve SB yanlısı olarak bölünen “Arap dünyası”,
rejimin karakteri bakımından da (monarşi, askeri, “demokratik” (tek parti)
farklılaşmıştır. Bu coğrafyada ülkelerin
bir kısmı (Fas, Tunus, Lübnan, sonraları Mısır) ABD ve Fransa yanlısı
iken Cezayir, kısmen Libya, Suriye ve
önceleri Mısır) Sovyetler Birliği yanlısı bir konumdaydı.
1945'te kurulan Arap Birliği,
emperyalist ülkelerin bölge üzerindeki siyasi, askeri ve ekonomik nüfuzundan ve
Arap ülkelerinin bu nüfuza göre konumlanmalarından dolayı esas amacı olan “Arap
ülkeleri arasında ekonomik, kültürel, siyasi ve sosyal ilişkileri”
düzenlemeyi sağlayamamaktadır.
Sonuç olarak şunu diyebiliriz:
Kuzey Afrika ve Ortadoğu'dan oluşan bu alan siyasi, ekonomik ve askeri olarak
farklı uluslararası örgütlere üyelikten dolayı bölünmüş durumdadır. Bu alanda
AB (öncelikle Fransa, İtalya, İngiltere ve Almanya), ABD, Rusya, Çin, Türkiye,
İran gibi yerel ve uluslararası aktörlerin çıkar çatışmaları bölgenin ve
ülkelerinin geleceğini doğrudan ilgilendirmektedir.
2-Arap ülkelerinde halk ayaklanmalarının sonuçları
Burada söz konusu ayaklanmaların
sonuçlarının analizinden ziyade bu ayaklanmaların sonucunda jeopolitik açıdan
değişimin olup olmadığı üzerinde duracağız. Ama öncelikle bu ayaklanmaların
devrim olarak tanımlanmasının yanlış olduğunu belirtelim. Devrim, bu kadar
örgütsüzlük içinde, bu kadar kendiliğindenci bir gelişme olamaz. Devrimi bu
kadar “ucuz” olamaz. Bu ayaklanmaları en fazlasıyla devrimci sürecin yansıması
olarak görebiliriz. Bu bir yana.
Bu ayaklanmalara bağlı olarak
ortaya çıkan ve cevaplandırılması gereken bazı sorular var:
Bu ayaklanmalar sonucunda
bölgedeki jeopolitika değişmiş midir?
Yeni bir jeopolitika için maddi
koşullar oluşmuş mudur?
Amerikan emperyalizmi bölge
üzerindeki belirleyici nüfuzunu koruyor mu?
Bölge üzerinde Rusya'nın ve
Asya'nın (öncelikle Çin'in nüfuzu artıyor mu?
Bu ayaklanmalar petrol ve doğal
gaza erişimi, üretim ve dünya pazarlarına sevkıyatını (boru hatları) nasıl
etkiledi veya etkileyecek?
İran, Batı dünyasından (ABD, AB)
gelen baskılara karşı koymaya devam edebilecek mi?
Rusya ve Çin ne ölçüde İran'ı
desteklemeye devam edebilirler?
Türkiye'nin Ortadoğu'daki rolü ne
olabilir?
Burjuvazinin tanımlamasıyla ifade
edersek “Arap baharı” bana göre bir “Arap kışı”na dönüşmüştür. Yine
burjuva-liberal tanımlamayla ifade edersek “Arap devrimleri” karşı devrimlere dönüşmüştür. Ama adını doğru
koyarak ifade edersek Arap ülkelerinde halk ayaklanmaları, devrimci
kalkışmalar, talep edilen burjuva emansipasyonu gerçekleştirememiştir. Belki
kısmen Tunus'ta gerçekleşmiş olabilir ama bu ayaklanmalar bazı ülkelerde zor
kullanılarak, katliamlarla bastırılmış (Cezayir, Fas, Bahreyn), bazılarında
uzlaşma yoluyla bir çözüm arayışına girilmiş (Yemen), bazılarında da
diktatörler değişmiştir (Tunus, Mısır). Libya ve Suriye örneğinde olduğu gibi
emperyalist çıkarlara ters düşen rejimlere sadece yok olma şansı tanınmıştır.
Bu nedenle Libya bombalanmış, tahrip edilmiş ve emperyalizm amacına ulaşmıştır.
Şimdi aynı süreçten Suriye geçmektedir.
Tunus ve Mısır örneğinde olduğu
gibi bu ayaklanmalar sonucunda bu ülkelerde burjuva güçler değil, dinci güçler
güçlenmiştir. Veya Libya örneğinde olduğu gibi yıkılan Gaddaf-rejimi sonrasında
ülke kaosa sürüklenmiş ve dinci, aşiretçi güçler güçlenmiştir.
Bu ayaklanmalar sonucunda
iktidarın değiştiği Mısır ve Tunus'ta ve rejimin yıkıldığı Libya'da iktidara
gelen güçlerin uluslararası ilişki anlayışında niteliksel bir değişme
olmamıştır. Tunus'ta yeni iktidarın uluslararası ilişkilerde değişim diye bir
derdi yok. Mısır'da da yeni iktidarın böyle bir sorunu yok. (Her iki ülkede de
seçimleri İslamcılar kazandı) En fazlasıyla Mısır-İsrail ilişkilerinde belli
sıkıntılar yaşanabilir. Öyle ki, Bahreyn ve Yemen örneğinde olduğu gibi rejim,
güçlü protestolardan etkilenerek uluslararası ilişkileri yeniden gözden geçirme
gereği dahi duymamıştır.
Bu olguların toplamı, Ortadoğu'da
yeni bir jeopolitikanın maddi zemininin oluşmadığını gösterir. Diğer bir
deyişle, bölgede aynı karakterli emperyalistler arası çelişkiler ve bölgenin
parçalanmışlığı devam etmektedir.
Başta ABD olmak üzere batılı
emperyalist güçlerin Ortadoğu'daki siyasi, ekonomik ve askeri çıkarlarını
rahatsız edebilecek emperyalist güçleri (bölgeden çekilmek zorunda kalan
Rusya'yı ve uzak olan Çin'i) Ortadoğu sahnesine çekebilecek tek güç
İran'dır. Rusya ve Çin'in, Suriye'ye
verdikleri destek sınırlıdır. Bu ülkelerden hiçbirisi Suriye için daha
fazlasını yapmaz. Ama İran söz konusu olunca durum değişecektir. Çünkü İran
stratejik konumu, yeraltı zenginlikleri -petrol ve doğal gaz- ve bundan
kaynaklı ekonomik gücüyle bir bölgesel güçtür ve batılı emperyalist güçler
karşısında sergilediği duruşuyla Rusya ve Çin'in adeta doğal müttefikidir. Bu
konuya aşağıda geleceğiz.
Emperyalist ülkeler Ortadoğu ile
neden bu kadar ilgileniyorlar sorusu, cevabı ezberlenmiş bir sorudur. Ama buna
rağmen Ortadoğu'nun, Amerikan emperyalizminin dünya hegemonyasındaki stratejik
önemini bir kenara koyarak ekonomik gücü açısından cevaplandıralım ve Ortadoğu
sınırlarını büyük Ortadoğu sınırlarına kadar genişleterek ele alalım. Sorunun
cevabı aşağıdaki haritada görülüyor:
Haritaya göre 100 seneden daha
fazla süre içinde petrol elde edilebilecek tek ülke Irak. 60-90 senelik petrol
rezervi olan ülkeler ise İran, S. Arabistan, BAE, Kazakistan, Libya ve
Kolombiya. Kazakistan ve Kolombiya hariç diğer ülkeler Büyük Ortadoğu alanında
ve dördü ise (Irak, İran, BAE ve S. Arabistan Ortadoğu'da bulunmaktadır. Bu
durum Ortadoğu'nun ekonomik önemini göstermektedir.
Ortadoğu'da petrolün
bulunmasından ve ekonomik değerinin artmasından sonra bölgede emperyalistler
arası çelişkiler de keskinleşmeye başlamıştır. Bunun sonucu olarak hakim olan
her bir emperyalist güç bölgeyi kendi kontrolünde tutabilmek için yapay
sınırlar çizmiş, yapay ülkeler oluşturmaya çalışmıştır. Taktik, “böl ve yönet”
taktiğiydi/taktiğidir.
Fransa 1919/1920 döneminde etnik
nedenlere dayanan devletçikler oluşturmaya çalışmıştır. Fransa ve İngiltere
arasında Osmanlı topraklarını (Kürdistan ve Ortadoğu'nun Osmanlı devleti
sınırları içinde olan toprakları) paylaşmak için 16 Mayıs 1916'da yapılan Sykes-Picot Anlaşması ve Sevr'in ön koşullarını
oluşturmak için San Remo Konferansı (1920) Ortadoğu ve emperyalist çıkarlar
bağlamında devletçiklerin kurulması, “böl ve yönet” taktiğinin uygulanmasından
başka bir anlam taşımaz.
Devletçikler oluşturma politikası
Irak'ın işgalinden sonra yeniden gündeme gelmiştir. Ortadoğu, bugün de geçerli
olan “Lübnanlaştırma”, “Balkanlaştırma” veya “Iraklaştırma” kavramlarıyla ifade
edilen emperyalistler arası çatışmaların ve kışkırtmaların merkezi olmaktan
çıkmamıştır.
Aşağıdaki harita Amerikan
emperyalizminin 21. yüzyılın başında Ortadoğu'yu kendi çıkarlarına göre yeniden
şekillendirme politikasının bir sonucudur. Daha önce, 20. yüzyılın ilk
çeyreğinde uygulanmaya çalışılan Fransız ve İngiliz emperyalizminin “böl ve
yönet”, etnik gruplara ayırarak, devletçikler oluştur politikasını 21. yüzyılın
başında Amerikan emperyalizmi devreye sokmaya çalışmıştır.
Amerikan emperyalizmi bölgedeki
14 ülkeden 19 ülke çıkartmayı planlamıştır. Ezilen, sömürge konumunda olan
ulusların ve etnik grupların bağımsızlık ve demokrasi mücadelesinde bağımsız
olarak ABD kendine göre bir Kürdistan kurmuş, S. Arabistan'dan iki devlet,
Irak'tan üç devlet, İran'dan dört devlet çıkartmıştır.
Bölgedeki yerel ve uluslararası
aktörlere ve çelişkilere geçmeden önce belirtilmesi gereken bir nokta da şudur:
AB'nin Fransa, İtalya ve İngiltere gibi emperyalist ülkelerinin NATO üzerinden
Libya'yı bombalamaları aslında AB'nin Akdeniz Birliği üzerinden Akdeniz Alanı
ve Ortadoğu'da hakimiyet politikasının bombalanmasından başka bir anlam
taşımaz.
AB, Akdeniz Alanı içinde kendi üyesi olmayan ülkelerle
AB'nin politikalarını ortaklaştıramamış, bunun yerine Libya örneğinde olduğu
gibi bilateral (ikili) ilişkilerle bu alanda etkili olmaya çalışmıştır.
Hemen bütün emperyalist ülkeler
ve dünya çapında hegemonya kurma yeteneğine sahip ülkeler, Büyük Ortadoğu
Alanı'nda ve dar anlamda Ortadoğu'da bir
biçimde varlıklarını sürdürmekteler. Bu ülkeler arasında en etkisiz ve
“ilgisiz” gözükeni veya bölgede bir biçimde temsil edilmeyeni Hindistan'dır.
Bölgesel aktörler Türkiye, İran, İsrail, S. Arabistan ve Mısır sorunlara
doğrudan müdahil durumdalar. Bu güçlerin
önünde, arkasında veya yanında -nasıl tanımlandığı önemli değil- ABD, AB
(Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya), Rusya, Japonya, Çin gibi emperyalist
güçler yer almaktadır.
20. yüzyılın başında İngiliz,
Fransız ve daha geri planda Alman emperyalizmi Ortadoğu üzerinde rekabet
ediyorlardı. 1950'lere gelindiğinde bölge üzerinde egemenlik veya hegemonyada
öncelik Amerikan emperyalizminin eline geçti. 20. yüzyılın ikinci yarısından
itibaren ama özellikle son çeyreğinde ABD ve revizyonist Sovyetler Birliği'nin
rekabeti, bölgenin siyasi, ekonomik ve
askeri şekillenmesini belirliyordu. SB'nin dağılmasından sonra (1990/1991) tek
kutuplu ve çok rekabet merkezli dünyada, bölgede ve dünyanın başka alanlarında
Amerikan emperyalizmiyle boy ölçüşecek gücün olmamasından dolayı ABD, “Avrasya
jeopolitikası”nı geliştirdi. Dünya hakimiyeti kurmaktan başka bir anlam
taşımayan bu jeopolitikanın gerçekleşmesi için olmazsa olmazlardan birisi de
geniş anlamda Ortadoğu'nun (“Büyük Ortadoğu Projesi”) Amerikan hegemonyasında
olması ve rekabet yeteneği olan başka emperyalist güçlerin (somutta da Rusya ve
Çin'in) bölgeden uzak tutulmasıydı. Irak'ın işgaline bu açıdan da bakılmalıdır.
İran'a karşı Amerikan tavrının altında yatan bir neden de bu ülkenin
Amerika'nın bölge üzerindeki tam hakimiyetinde engelleyici konumda olmasıdır.
İran “Geniş Ortadoğu Projesi”nin Avrasya ile birleşmesinin önündeki fiziki
engeldi. Bugün ise İran, böyle bir engel olmanın ötesinde bölgede yayılan
nüfuzu ile Amerikan hegemonyasını vurmaktadır (Suriye, Irak hükümetinin İran'a
yakınlığı).
Arap ülkelerindeki ayaklanmalar
“Geniş Ortadoğu Projesi” içinde yer alan ülkelerdeki gelişmelerdir. Bu
ayaklanmalar sonucunda emperyalist ülkelerin bölge üzerindeki hakimiyetinde ve
politikasında nitel bir değişim olmamıştır. Aynı zamanda bu ayaklanmalar
sonucunda bu ülkelere burjuva demokrasisi de gelmemiştir. Bölge üzerinde söz
sahibi olmak isteyen yerel ve bölge dışı güçlerin durumunda, güçler dengesinde
de önemli bir değişim olmamıştır. Ancak birtakım politik değişimler olmuştur.
Birçok yazılı basında ve
tartışmalarda ABD, Ortadoğu politikasını daha ne kadar finanse edebilir
türünden sorular sorulmaktadır. Bu türden soruları soranların dünya
politikasından bihaber olduğunu söylemeliyiz. Ortadoğu, Amerikan emperyalizmi
için dünya çapında hegemon güç olarak kalıp kalmayacağının doğrudan bir
ölçüsüdür. Ortadoğu'dan kovulmuş, etkisizleştirilmiş bir ABD, dünya gücü
olmaktan çıkmış demektir. Öyleyse ABD Ortadoğu'da kovulana kadar var olacaktır
ve bölgeyi kendi çıkarlarına göre şekillendirmeye devam edecektir.
Suriye'deki gelişmelerle birlikte
Türkiye'nin komşularıyla “sıfır sorunlu” dış politika anlayışı da tarihe
karışmıştır. Mısır'da Mübarek döneminin geride kalması, Mısır'ın yeni yönetimle
birlikte Ortadoğu politikasını, ABD-politikasını, Filistin-politikasını ve
nihayetinde İsrail-politikasını gözden geçirdiği anlamına gelmez. Bu yönde bir
gelişme yok.
“Büyük Ortadoğu Projesi” alanı
bir kaos alanıdır; emperyalistler arası ve yerel güçler arası çelişkilerin ve
çıkarların çatıştığı bir alandır.
Bu projenin kapsadığı alanı ve
ülkeleri aşağıdaki haritada görüyoruz. Fas'tan en doğuda Pakistan'a, Kuzeyde
Türkiye'den Güneyde Sudan-Yemen hattına kadar uzanan bölgededir.
Bu alan emperyalistler arası
çelişkilerin keskinleşmiş olduğu yerel çatışmaların devam ettiği bir alandır.
Örneğin Sudan'ın ikiye bölünmesi, bu bölgede petrolden kaynaklı emperyalistler
arası çelişkilerin sonlandığı anlamına gelmez. Şu anda hakim olan, sadece
geçici bir sessizliktir.
Amerikan emperyalizminin on
binlerce askerini geride bırakarak Irak'tan çekilmesi, Irak sorununun
sonlandığı anlamına asla gelmez.
Afganistan'dan yine on binlerce
askeri geride bırakarak çekilmek -şayet bu mümkün olursa- Afganistan sorununun
sonlandığı anlamına gelmez.
Suriye'de olası rejim değişikliği
Suriye sorununun çözüldüğü anlamına gelmez.
Kürt ulusunun, ulusal kurtuluşunu
elde etmediği bir “barış” sürecine sürüklenmesi bu sorunun sonlandığı anlamına
asla gelmez.
Ortadoğu'da rekabet sadece siyasi
nedenlerle veya petrol ve doğal gaz üretimiyle sınırlı değildir. Bir de
üretilen petrol ve doğal gazın dünya pazarlarına taşınma sorunu vardır. Bu
alanda da emperyalist güçler ve yerli aktörler kendi aralarında kıyasıya
rekabet etmekteler.
Boru hatlarında birbirini dışlayan güçlerin rekabetini
görüyoruz:
Batı (AB ve ABD) Hazar Havzası ve
Orta Asya kaynaklı petrol ve doğal gazın Rusya'yı dışlayan bir güzergah
üzerinden dünya pazarlarına taşınmasını talep etmekte ve buna göre de hareket
etmektedir. Bu durumda güzergah konusunda tek alternatif Türkiye'dir. Bu
nedenle Baku-Tiflis-Ceyhan Boru Hattı inşa edilmiştir. Bu nedenle Nabucco Boru
Hattı projesi gündeme gelmiştir. (Bu hattın inşa edilmeyeceği üzerine de
yazılıp çiziliyor. Baku-Ceyhan için de olmayacak, yapılmayacak diye yazılıp
çizildi. Ama proje gerçekleştirildi. ABD/AB ile Rusya arasındaki rekabet var
olduğu ve İran'ın mevcut duruşunu devam ettirdiği müddetçe Rusya'yı dışlayan
boru hatları da inşa edilecektir. Bu nedenle Nabucco bir biçimde inşa
edilecektir).
Başta ABD olmak üzere Batılı
emperyalist üçler, Hazar Havzası ve Orta Asya enerjisinin dünya pazarlarına
taşınmasında Rusya gibi İran'ı da dışlıyorlar. Güzergah konusunda İran'ı
dışlandığında geriye alternatif olarak Basra körfezi ve Türkiye kalmaktadır. Bu
durumda Hazar Havzası/Orta Asya enerjisi İran'dan dolayı Basra körfezine
taşınamadığı için Türkiye tek alternatif oluyor. Basra Körfezindeki enerji
üretim de kısmen Türkiye ve Suriye üzerinden Akdeniz'e, ama daha yoğun olarak
da Basra Körfezi üzerinden dünya pazarlarına taşınmaktadır.
Çin ve Japonya Rusya, Kazakistan
ve Türkmenistan petrol ve doğal gazını Orta Asya'dan doğuya doğru döşenmiş
hatları kullanıyorlar.
3-Ortadoğu üzerine Türkiye'nin
jeopolitik ve jeostratejik bakışı
Yukarıdaki haritada Türkiye'nin
jeopolitik önemini ve bunun nedenlerini görüyoruz. Türkiye, emperyalistler
arası rekabetin dönem dönem keskinleştiği, dönem dönem geri planda kaldığı üç
rekabet alanının -Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkasya- ortasında yer alıyor. Açık
ki konumundan dolayı Türkiye'nin, kapitalizm koşullarında bu üçgen içinde
olmanın beraberinde getirdiği ve getireceği sorunlardan kurtulma şansı pek
yoktur.
Türkiye ayrıca dünyanın ikinci
derecede önemli petrol ve doğal gaz alanı olan Hazar Havzasına yakındır. Bu alan, özellikle Sovyetler
Birliği'nin dağılmasından sonra önde gelen bütün emperyalist ülkelerin -ABD, AB
(özellikle Almanya, Fransa ve İngiltere), Çin, Rusya- ve Türkiye ve İran gibi
bölgesel aktörlerin enerji politikaları
doğrultusunda tepiştikleri dar bir alandır.
Türkiye'nin, Sovyetler
Birliği'nin güneye, Ortadoğu'ya,
Akdeniz'e inmesinin önünde bir “sürgü” olsun diye NATO'ya alınmasından bu yana
çok şey değişti. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra ise Türkiye'nin
stratejik önemini kaybettiği üzerine yapılan tespitlerin ömrü fazla uzun
olmadı. NATO çerçevesinde biçilen yeni role göre Türkiye, genellikle “cephe
devleti” ve güvenlik stratejilerinin anahtarı ülke olarak görülüyordu. Bu da
pek tutmadı. Türkiye'yi belirtilen rekabet alanlarının ortasında kalan
“istikrar çapası” olan, “köprü işlevi” gören ülke olarak tanımlamak da yeterli
olmadı.
Ancak Türk sermayesinin her üç
rekabet alanında da çıkarlarının olduğu ve bunun hesaba katılması gerektiği
kabul edilince Türkiye'ye bakış açısında belli değişimler oldu. Türk
burjuvazisi, uluslararası ekonomik, siyasi ve askeri ilişkilerde, söz konusu
üçgenin her üç ayağındaki gelişmelerde ve buna ek olarak Orta Asya'da bölgesel
bir güç olarak kabul edilmeyi ve ona göre de hareket edilmesini “hal ve
gidişi”yle talep etti.
Revizyonist blokun dağılmasından
sonra çok rekabet merkezli olan dünyanın jeopolitikası Türkiye'nin önemini daha
da artırmıştır. Türk burjuvazisi bunu görerek hareket etmektedir.
Sovyetler Birliği'nin
dağılmasından sonra Kafkasya/Hazar Havzası'nda ve Orta Asya'da Türk
devletleriyle ve Rusya Federasyonu içinde kalan Türk ve Müslüman toplumlarla
geliştirilen ilişkiler, başlangıçtaki pantürkist özelliğinden çok şey
kaybederek yerini pragmatik ilişkilere bırakmıştır. Tek başına veya batılı
emperyalist sermaye ile birlikte Türkiye'yi bu bölgeden söküp atmak kolay
olmayacaktır.
Bu alanda Türkiye tek başına veya
ABD ile birlikte Rusya'ya karşı rekabet ve işbirliği ekseninde gelip-giden bir
politika izlemektedir.
Balkanlarda ABD, AB ve Rusya'nın
yanı sıra Yunanistan, Sırbistan, Hırvatistan, Bulgaristan ve Rusya karşısında
Arnavutluk, Kosova, Bosna-Hersek ve Makedonya bir nevi İslam “cephe”si
oluşturmuş durumdadır. Türkiye de bu “cephe”nin koruyucusu rolünü üstlenmiş
görünmektedir.
Türkiye bu bölgede Yunanistan,
Sırbistan, Hırvatistan, Bulgaristan ve Rusya ile rekabet ve işbirliği ekseninde
gidip-gelen bir politika izlemektedir.
Türk burjuvazisinin “komşularla
sıfır sorun” politik anlayışının geçerli olmadığı alan, Ortadoğu'dur.
ABD-Türkiye-İsrail üçlüsü, Türkiye-İsrail ilişkilerinin bozulmasından sonra
Ortadoğu halklarına ve başka emperyalist ve yerel güçlere karşı ortak hareket
edemiyor. Ancak ABD-Türkiye ve ABD-İsrail ikilisi bölgede politika
geliştirebilecek durumda.
Emperyalistler arası
çelişkiler/çıkar çatışmaları ve muhtemel cepheleşme bakımından Ortadoğu,
küçültülmüş dünyadır. Bir taraftan ABD, AB ve bölgesel aktör olarak Türkiye ve
S. Arabistan, bunun karşısında da Rusya, daha arka planda Çin ve bölgesel aktör
olarak İran durmaktadır.
Ortadoğu'da Türkiye bu güçler
dengesi içinde rekabet, çatışma ve işbirliği ekseninde gidip-gelen bir politika
izlemektedir.
4-Ortadoğu'da büyük oyun ve oyuncuları
Suriye'deki rejim ve karşıtları
arasındaki çatışma, dünya çapında güçler dengesindeki saflaşmayı
göstermektedir. Bu boğazlaşma denkleminin bir tarafında rejime karşı olanlar ve
onların arkasında da başta ABD olmak üzere batılı emperyalistler (AB), bölgesel
güç olarak Türkiye ve S. Arabistan durmaktadır. Diğer tarafta ise Esad rejimi
ve arkasında Rusya, Çin ve bölgesel güç olarak da İran durmaktadır. Aslında
burada karşı karşıya gelenler bir taraftan ABD-AB ve diğer taraftan da
Rusya-Çin'dir.
Esad rejimi, azınlığın elinde
olan ve ülkede Kasım1970'de hükumet darbesinden sonra
Hafız Esad'ın devlet başkanı olmasıyla kurulan
bir “aile-Nusayri” diktatörlüğüdür.
Bu diktatörlük hem Hafız Esad
döneminde ve sonra da hala devam etmekte olan oğlu Beşar Esad döneminde dış
güçlerin desteğiyle ayakta kalabilmiştir, kalmaktadır.
Birkaç cümleyle geçmişe bakalım:
Mısır, Suriye ve Irak gibi ülkelerde ulusalcı subayların darbeyle iktidara
gelmesi bölgede Amerikan çıkarları için olumsuz gelişmelerin ifadesiydi.
Amerikan emperyalizminin istemediği darbelerle kurulan rejimler sonuçta
Sovyetler Birliği'ne yöneldiler. Böylece revizyonist, sosyal emperyalist
Sovyetler Birliği bu rejimler üzerinden Ortadoğu'da Amerikan emperyalizmi ile
doğrudan rekabet etme olanağı bulmuş oldu. Yeni denge uzun sürmedi, ilk olarak
Mısır 1967 Arap-İsrail savaşından sonra yüzünü ABD'ye çevirdi. İran devriminden
sonra ise Irak ABD'ye yanaştı. Suriye, o zaman Sovyetler Birliği'nin, bugün de
Rusya'nın tek müttefiki olarak kaldı.
Rus emperyalizminin Ortadoğu'daki
uşaklık seviyesindeki tek dayanağı Esad rejimidir. Rusya bu rejimin ayakta
kalması için elinden geleni yapmaktadır, ama Esad için de savaşmayacaktır.
Rusya, eski dönemleri hatırlayarak “bizim gerçekliğimiz bu değil” havası içinde
hareket etmektedir. Revizyonist Sovyet döneminden bugüne Rusya çok güç
kaybettiğini kabullenmekte zorlanmaktadır. Açık ki Rusya Suriye için çok şey
yapabilir, ama Esad için savaşamaz.
Rusya'nın yanı sıra Esad'ın
yanında Çin ve İran da yer almaktadır. Esas olarak bu üçlü Esad rejimini
uluslararası alanda siyasi, ekonomik ve askeri olarak desteklemekte ve
beslemektedir.
ABD'nin Irak'ı işgal etmesinin
(2003) sonuçlarından biri de Irak'ta Şii çoğunluğun desteklediği bir rejimin
iktidar olmasıdır. Bu ABD'nin istemediği bir gelişmedir. Bu durumda ABD, Irak'ı
İran'a “altın tepsi”de sunmuştur. Irak rejimi, her ne kadar ABD'yi celallendirmemeye
dikkat ediyorsa da bölgede İran yanlısı bir politika izlemektedir. Irak'ı da
yanına alan İran, Ortadoğu'da diğer Arap ülkeleri ve özellikle de Körfez
ülkeleri için oldukça önemli bir tehdit oluşturmaktadır. Bu nedenle ABD-İsrail
ikilisinin İran'a karşı savaşmasını en çok bu ülkeler isteyebilir.
İran Suriye'den vazgeçmez, ama
asla vazgeçmez diyemeyiz. Esad rejimini bir yere kadar bütün gücüyle destekler.
Ama Esad'ı destekleme adına Ortadoğu'daki genel çıkarlarını da tehlikeye atmaz.
İran Irak ve Suriye üzerinden ve Lübnan'da da Hizbullah üzerinden Akdeniz'e
açılana bir koridor oluşturmuştur. Bunun kalıcı olabilmesi için, İsrail,
Türkiye ve sonuçta da ABD'nin Ortadoğu'daki nüfusundan çok şey kaybetmiş
olmaları gerekir. Henüz böyle bir gelişmenin işareti dahi yok. Suriye'de iç
çatışmalar devam etmektedir. Çatışmaların gelmiş olduğu bu aşamada ne ABD ve ne
de Türkiye geri adım atabilir. E azından güvenirlik ve prestij sorunundan
dolayı geri adım atamazlar. Suriye'de rejim değişiminin yerli işbirlikçileri tarafından
gerçekleştirilmesini talep etmekteler. Rejim değişikliği, Türkiye ve ABD
açısından bir “pirus zaferi” olacağa pek benzemiyor. Rejim değişikliğinden
sonra Rusya, Çin ve İran'ın Suriye üzerinde herhangi bir etkisi kalmayacak ve
güç dengesi, ABD ve Türkiye lehine daha çok değişecektir.
Türkiye ile İran hem Ortadoğu'da
hem de Kafkasya/Hazar Havzası'nda büyük ve giderek keskinleşen bir rekabet
içinde. Her ne kadar Türkiye, İran söz konusu olduğunda tarihsel dostluktan ve
işbirliğinden bahsetse de İran, Türkiye söz konusu olduğunda rekabeti içeren,
dostluğu dışlayan söylemleri açıkça dile getirmektedir.
İran, Türkiye'ni Ortadoğu'daki ve
Kafkasya/Hazar Havzası'ndaki nüfuzunu mutlaka kırmak istiyor ve bunu görünürde
tek başına yapmaya çalışıyor. Türkiye ise bu konuda ABD'yi öne sürüyor.
ABD-İran çelişkisinden yararlanıyor. Gerçekten de ABD'nin İran'ın nüfuzunu
kırdığı her alanı Türkiye-ABD doldurmaktadır.
Ortadoğu'daki mevcut güç dengesi
Türkiye'nin aleyhine dönmüştür. Böyle giderse bundan batlı emperyalist üçler de
zarar görecekler. Türkiye, Güneyde İran-Irak-Suriye ve Lübnan/Hizbullah ekseni
tarafından çevrilmiştir. Buna Kıbrıs Rum kesimini ve ilişkiler düzelmezse
İsrail'in de katıldığını ekleyelim. İran, Irak-Suriye-Hizbullah üzerinden
Akdeniz'e uzanıyor. Akdeniz'de enerji kaynakları üzerinde Rusya, Kıbrıs Rum
kesimi ve İsrail ortak hareket ediyorlar. Böylece Türk sermayesinin Ortadoğu'ya
inişi İran çıkarına kesilmiş oluyor. Bir de Türkiye'nin enerji bakımından
(doğal gaz, petrol) İran ve Rusya'ya oldukça bağımlı olduğunu göz önüne
getirirsek Türkiye açısından durumun ne denli vahim olduğu görülür.
Ortadoğu sahnesinde Esad
rejiminin yanında yer alan diğer aktör Çin'dir. Geleceğin süper gücü diye
tanımlanan Çin emperyalizmi, uluslararası alanda bir güç gösterisine şimdiye
kadar girmemişti. Şurada burada Amerikan emperyalizmine karşı tavır almıştı.
Ama genellikle ABD ile ilişkilerinde uzlaşma ekseninde bir politika hakimdi.
Yanılmıyorsam ilk kez Suriye sorununda BM'de veto hakkını kullandı. Bu hakkı
kullanması, Suriye'nin değil de bölgenin Çin açısından önemli olduğunun bir
ifadesidir. Bugün Suriye Çin'in Ortadoğu'ya girişinde bir köprübaşı rolü
oynamaktadır. Ama Rusya gibi Çin de Esad rejimi için BM'deki desteğinin veya
başkaca maddi desteğinin ötesine geçecek bir çaba içinde olmayacaktır. Rusya
gibi Çin de geleceği olmayan bir rejime sınırlı destek sunacaktır.
ABD'nin Suriye ve İran
politikalarının seçimlerden sonra değişeceği ve Amerikan emperyalizminin
sertleşeceği açıktır. Amerikan emperyalizmi Suriye'de Esad rejiminin biran önce yıkılmasını ve
İran'ın tecridinde önemli bir adımın atılmasını düşünmektedir. Bunu da ancak
seçimlerden sonra gerçekleştirilebilecek durumda olacaktır.
İran sorununa geçmeden önce
Türkiye'nin Batılı güçler açısından neden vazgeçilemez bir öneme sahip olduğunu
belirtelim.
5-Batılı emperyalist güçler açısından Türkiye'yi
vazgeçilmez yapan faktörler
Enerji politikası açısından:
Türkiye, ABD ve AB açısından
Hazar Havzası ve Orta Asya petrol ve doğal gazının dünya pazarlarına taşınması
bakımından mevcut güçler dengesine göre vazgeçilemez bir faktördür. ABD ve
Avrupa'da rezervlerin tükenme aşamasında olması, başka alanlardaki -bu durumda
Hazar Havzası ve Orta Asya- enerji kaynaklarını daha önemli kılmaktadır. Batılı
emperyalist güçlerin amacı bu enerjinin Rusya'nın müdahale edemeyeceği bir
güzergahtan dünya pazarlarına ulaştırılmasıdır. Bu da ancak Türkiye üzerinden
gerçekleştirilebilir. Baku-Tiflis-Ceyhan boru hattı Rusya'yı dışlamanın
doğrudan bir ifadesidir.
Hazar Havzası enerji rezervlerine
müdahale Amerikan ve Türk politikası açısından ortak çıkar alanı olarak
görülmektedir.
Sovyetler Birliği'nin
dağılmasından sonra bölgenin (Türk devletlerinin) enerji kaynaklarında İran'ın
söz sahibi olmasının engellenmesi Amerikan ve Türk politikasında ortak hareket
etmeyi beraberinde getirdi. İran'ı Hazar Havzası petrol ve doğal gazının dünya
pazarlarına sevkıyatında dışlamak Rusya'nın yanı sıra Türk-Amerikan
işbirliğinde ikinci bir nedendir. Bu durumda petrol ve doğal gazın sevkıyatında
Türkiye alternatifsiz olmuştur.
Strateji çıkarlar açısından:
AB de Türkiye'yi stratejik önemi
açısından değerlendiriyor. Ortadoğu ve Kafkasya/Hazar Havzası'ında Türkiye
üzerinden rekabet gücüne sahip olacağını sanıyor ve bu anlamda da Türkiye'yi
bir köprübaşı olarak görüyor. Bunun ötesinde Rus petrol ve doğal gazına
bağımlılığı geriletmek için Orta Asya Türk devletlerinden alınacak petrol ve
doğal gazın Rusya dışlanarak Avrupa'ya taşınmasına oldukça önem veriyor. Bu
güzergah da Türkiye'dir.
Amerikan jeopolitik çıkarları açısından:
Amerikan emperyalizminin dünya
hegemonyası politikasında, Avrasya jeopolitikasında Türkiye, bir “kilit
ülke”dir. Bu jeopolitikanın uygulanabilmesi için olmazsa olmazlardan birisidir.
Bu nedenden dolayı ABD, Türkiye ilişkilerini “stratejik ortaklık” ilişkileri
olarak tanımlamıştır. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra geliştirilen bu
jeopolitika öneminden bir şey kaybetmemiştir. Öyle ki, şu veya bu konuda ABD ve
Türkiye'nin birbirlerine ters düşmeleri de
her iki ülke arasındaki ilişkide soğukluğa neden olmamıştır. Örneğin
Irak konusunda farklı konumlarda olmaları da meselenin özünde bir şey
değiştirmemiştir.
Bunun tek belirleyici nedeni,
belirttiğimiz gibi Amerikan emperyalizminin Türkiye ile ilişkilerinin
merkezinde jeopolitik çıkarlarının durmasıdır. Bu anlayış değişmediği ve
koşullar da aynı kaldığı müddetçe ABD-Türkiye ilişkileri de böyle kalacaktır.
Mevcut ilişkiler, İran'da bir
rejim değişikliğinden sonra, Amerikan yanlısı bir gücün iktidar olmasından
sonra tamamen değişebilir. Amerikan çıkarları için Türkiye'nin oynadığı ve
oynayabileceği rolü bu sefer İran oynayabilir. Hazar Havzası/Orta Asya petrol
ve doğal gazını İran üzerinden dünya pazarlarına taşımak hem daha kolay hem de
daha ucuzdur.
6- İran'ın çembere alınması
Suriye İran'ın Arap dünyasına
açılış kapısıdır. Hafız Esad döneminden bu yana iki ülke arasındaki sıkı
işbirliği bunun böyle olduğunu göstermektedir. İran, Suriye üzerinden Hizbullah
(Lübnan) ve Hamas (Filistin) ile de ilişkilerini geliştirmiş ve bu güçler
üzerinden Filistin ve Lübnan sorunlarını etkilemeye çalışmıştır.
İran ve Suriye açısından
“anti-İsraillik” stratejik bir amaç olmuştur. Ortadoğu'da hakimiyet
mücadelesinde “anti-İsraillik” bu iki ülkenin elinde önemli bir faktördür.
Suriye'de mevcut rejimin
yıkılması, sadece bu ülke ile sınırlı kalacak bir gelişme olmayacaktır. Suriye,
İran için kaybedilmemesi gereken bir kaledir. Bu kalenin kaybedilmesi -Esad
rejiminin yıkılması- durumunda İran'ın Ortadoğu'da işbirliği yapabileceği güçlü
bir ortağı kalmayacaktır ve bölgede güç dengesi İran aleyhine değişecektir.
Ortadoğu'da Suriye'siz İran, güçsüz bir İran demektir. Ama batılı
emperyalistlerin, öncelikle de ABD ve onun kuyruğunda İsrail'in -içten içe de
Türkiye'nin- Suriye'de rejimin yıkılmasından sonra İran'ın bölgedeki nüfuzunun
gerilemesini beklemek diye bir niyetleri yok. Suriye'den sonra sıranın İran'a
geleceğini bütün dünya biliyor. Atom silahı geliştirmesini engellemek için
İran'a nasıl saldırırlar, orası bilinmez. Ama aynen Irak'a saldırmak için
üretilen kitle imha silahları demagojisi İran için atom bombası seviyesinde
işlenmektedir.
İran'ın bir Libya, bir Suriye
olmadığını savaş çığırtkanları da biliyorlar. Bu nedenle İran'a karşı saldırı
uzun dönemden beri hazırlanmaktadır.
İran'a saldırı ve savaş sadece bu
ülke ile sınırlı kalmayacaktır, kalamaz da. Bu ülke de İsrail'e ve Körfezdeki
Amerikan üslerine saldıracaktır ve savaş bir anda bütün Ortadoğu'ya
yayılacaktır. Bu savaş, “nokta operasyonlarla sınırlı bir savaş” olmayacaktır.
Suriye sorununda olduğu gibi İran
sorununda da bu ülkenin baş destekçileri Rusya ve Çin olacaktır. Rusya ve Çin,
Suriye'nin uluslararası alanda koruyucusu durumundalar. Rusya'nın eski
Sovyetler Birliği toprakları dışında kalan tek deniz üssü Suriye'dedir. Her iki
ülke de Esad rejiminin devrilmesinin Amerikan emperyalizminin İran'ı dize
getirme planının uygulanmasını oldukça kolaylaştıracağını biliyor. Sorun sadece
İran'ın bölgede etkisizleştirilmesiyle de kalmayacaktır. Dolayısıyla İran'da da başta ABD olmak
üzere batılı emperyalistlerle Rusya ve Çin karşı karşıya geleceklerdir. Bu iki
emperyalist ülkenin bir savaş durumunda İran'ı nasıl, hangi araçlarla ve nereye
kadar desteklerler, bu bilinmez. Diğer taraftan fiili desteğin nasıl
ulaştırılacağı da bir sorun olabilir. Çünkü aşağıdaki haritalarda da gördüğümüz
gibi İran Amerikan üsleriyle sarılmıştır ve sınır komşusu ülkelerin hemen hepsi
Amerikan yanlısıdır.
Harita İran'ın, ABD
tarafından adeta çevrilmiş durumda olduğunu, ABD tarafından ne denli
kuşatıldığını gözler önüne seriyor.
İran'a karşı olası bir savaş
durumunda ABD ve muhtemelen bütün NATO, doğuda Afganistan'daki ve Pakistan'daki
üslerini kullanacaktır.
Güneyde S. Arabistan, Birleşik
Arap Emirlikleri, Bahreyn'deki üsler; Batıda ise Irak'taki ve Türkiye'deki
üsler kullanılacaktır.
Olası bir savaşta Türkiye,
İran'ın Ortadoğu'da ve Orta Asya'da etkisizleştirilmesinden yana olacaktır. Bölgesel
güç olarak İran'ın etkisizleştiği bir Ortadoğu ve Orta Asya'ya Türk sermayesi
daha güçlü olacaktır. Ama Türkiye İran'da bir rejim değişikliğini
istemeyecektir. İran'da rejim değişikliği, Batı yanlısı bir iktidar,
Türkiye'nin stratejik konumunu doğrudan etkileyecektir. Türkiye, Hazar
Havzası/Orta Asya enerjisinin Batıya ve dünya pazarlarına taşınmasından tek
veya belirleyici öneme sahip güzergah olmaktan çıkacak, sevkıyat için İran
toprakları ve mevcut boru hatları kullanılacaktır. Bu güzergah kısa ve ucuzdur.
7-Orta Asya'da büyük oyun ve oyuncuları
Burjuvazinin “Arap Baharı” diye
tanımladığı Arap ülkelerindeki halk ayaklanmaları, Tunus, Mısır ve Libya'da
diktatörlerin değişmesi, kısmen de olsa rejim değişikliği emperyalizmin, özelde
de ABD ve AB'nin Kuzey Afrika ve Ortadoğu'daki varlığını, hegemonyasını ne
derece olumsuz etkilediği cevabı verilmesi gereken bir sorudur. Cevap vermek
için biraz zamana gerek var. Ama “sokağın” diliyle ifade edilirse dünyanın bu
bölgesinde emperyalizm, somutta da Amerikan emperyalizmi yenilmiştir. Ben o
görüşte değilim.
Suriye'deki iç çatışmalarda yer
alan dış güçler aynı zamanda Ortadoğu'daki büyük oyunun da oyuncularıdır. Bu
güçlerin, hakim durumda olan Amerikan emperyalizminin konumunda bir değişme
henüz yok.
Orta Asya da Kuzey Afrika'nın
kaderini paylaşıyor; burada da diktatörlerin hakimiyetinde yoksulluk, işsizlik,
özellikle gençler arasında yüksek oranlara varan işsizlik kol geziyor, medya
rejim tarafından kontrol ediliyor, muhalefetin siyasi faaliyet sürdürme alanı
oldukça daraltılmış. Yeni bir “Arap Baharı”nın bütün nesnel koşulları mevcut.
Ama ne batılı emperyalist güçler ne de doğulu emperyalist güçler (Rusya ve Çin)
Orta Asya'da yeni bir “Arap Baharı”nın gelişmesinden yanadır. Bunlar dünyanın
bu bölgesinde askeri üs inşa etmekle, birbirlerine karşı müttefiklik ilişkileri
geliştirmekle, iktisadi ortaklıklar kurmakla meşguller.
Orta Asya'da veya daha geniş
anlamda ifade edersek “İpek yolu” şeridinde hükümetler “Arap Baharı”ndan
oldukça ürkmüşlerdi. Bu ayaklanmalarda demokrasi, özgürlük isteminden daha çok
İslamlaşmayı görüyorlardı. Bu nedenle Facebook, Twitter yasaklandı, Çin'de
İnternet filtresi uygulanmaya kondu.
Yukarıdaki haritada
birleştirilmiş Ortadoğu ve Hazar Havzası/Orta Asya'nın adeta bir “cadı kazanı”nı
andırdığını görüyoruz. Dar bir alanda bölge dışı ve dünya hegemonyası kurma
yeteneğine sahip ABD, bölgede yerleşik güçler olarak Rusya ve Çin -her iksi de
dünya hegemonyası kurma yeteneğine sahiptir (bunlara Hindistan'ı da dahil etmek
gerekir) tepişmekteler. Bu güçlerin yanı sıra bölgesel aktör durumunda olan
Türkiye, İran, Pakistan yer almaktalar. Hepsinin amacı petrol ve doğal gazdır.
Aşağıdaki haritada ise
Türkiye'nin, İran'ın, Rusya ve Çin'in yöneldikleri bölge tanımlanıyor. Bu bölge
Hazar Havzası ve Orta Asya'dır.
Esas büyük oyun Orta Asya'da
oynanmaktadır. Ortadoğu'daki büyük oyun Orta Asya'dakinin ancak bir parçasıdır,
oyuncuların konumunu güçlendiren veya zayıflatan bir öneme sahiptir.
Avrasya'nın merkezini, kalbini oluşturduğu için Orta Asya belirleyici bir öneme
sahiptir. Avrasya'da baş oyuncuları bir tarafta ABD, diğer tarafta da Rusya ve
Çin oluşturmaktadır. Bunların yanı sıra bölgesel aktörler de var. Bunlar da
Türkiye, İran ve Pakistan gibi ülkelerdir.
Bu oyunda hiçbir güç yerel
iktidarları dikkate almaksızın başarılı olamaz. Önemli olan yerel iktidarları
kazanabilmektir. Bunun tersi, yerel güçleri dikkate alınmaması işgal demektir
ve günümüz koşullarında Orta Asya'da işgale yeltenen güç kaybeder. Özellikle
ABD ve Çin bunun böyle olduğunu çok iyi biliyor.
Buradaki oyun aslında dünya
hakimiyeti için bir oyundur. Bu oyunu kazananın dünya hakimiyeti için rekabette
önemli bir mesafe katetmiş olacağı tartışma götürmez.
Bu bölgede demokrasicilik oyunu
da oynanmamaktadır. Diktatörleri olduğu gibi kabullenmek esastır; bu ülkelerde
demokrasinin hakim olduğunu -seçimler yapıldığına göre!- söylemekle ne ABD ne
Rusya ve ne de Çin bir şey kaybetmiş olmayacaklar.
Amerikan emperyalizminin,
Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Avrasya çıkartmasında katettiği mesafede
gerilemeler oldu. ABD'nin, Avrasya'nın kendisinden ziyade bir Rus ve Çin nüfuz
alanı olduğunu kabullenip kabullenmeyeceği pek belli değil, ama bunu
kabullenmesi bu alandan çekilmesiyle eş anlamlıdır ve bu durumda da dünya
hakimiyeti jeopolitikasını gözden geçirmesi gerekir. Bu jeopolitikanın
merkezinde Orta Asya'ya hakim olmak yatmaktadır.
Bugün için ABD açısından bütün
Orta Asya'da askeri üsler kurmaktan başka bir şey daha çekici değildir.
Yerel oyuncuların “hal ve gidişi”
esas oyuncuları -ABD-Rusya-Çin- zor durumda bırakabiliyor, yeni politikalar
oluşturmalarına neden olabiliyor.
Örneğin Haziran sonunda (2012)
Özbek temsilcilerin “Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü”nü (7 Ekim 2002 tarihinde altı Bağımsız
Devletler Topluluğu ülkesi (Rusya, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Beyaz
Rusya ve Ermenistan) tarafından kurulan hükümetler arası askeri ittifak) terk
etmesi Rusya için büyük bir sorundur.
Özbekistan, bunun nedenini
Afganistan konusunda görüş ayrılığı diye
açıklamıştır. Aslında esas neden ABD ile geniş kapsamlı ve çok yönlü
görüşmelerdir. ABD, muhtemelen, 2005'te kovulduğu Khanabad askeri üssünü
yeniden kullanabilecektir.
Anlaşma gerçekleşirse Özbek
yönetimine bir dizi “mavi boncuk” verilebilir. Örneğin Özbekistan ABD'nin
“stratejik müttefiki” ilan edilebilir ve rejim, ekonomik ve askeri olarak da
desteklenebilir.
Amerikan emperyalizminin amacı,
Orta Asya'da kendini her tarafa uzanabilecek duruma getirecek askeri üsler
kurmak ve aynı zamanda İran'ı çembere almaktır.
Bunda Özbekistan'ın çıkarı ne
olabilir? İslam
Abduğanıyeviç Kerimov'un amacı Rusya'nın “Avrasya Birliği” stratejik planını akamete
uğratmaktır. Özbek rejiminin çıkarı budur.
Tacikistan, ABD karşısında
Rusya'yı Aini askeri havaalanı ile tehdit ediyor. Bu askeri üs Rusya'nın yurt
dışındaki en büyük üssüdür ve orada 6000 kişilik bir tümen konuşlandırılmıştır.
ABD, Kırgızistan'da başkent
Bişkek yakınında bulunan Manas üssünü kullanıyor. Bu küçük üs, Afganistan
savaşı için oldukça önemli. Buna karşın Rusya'nın da üç askeri üssü var.
Kırgızistan bu üsler karşılığında daha fazla kira alma derdinde.
2014'te NATO Afganistan'ı terk
ettiğinde durumun ne olacağı Orta Asya devletleri için oldukça önemli bir
sorun. Amerikan emperyalizmi, Afganistan'dan muhtemelen Irak'tan çekildiği gibi
çekilecek. Yani binlerce (20 000 ve daha fazlası dillendiriliyor) “danışmanı” orada bırakarak çekilecek. Açık
ki, çekilse de bu ülkeler üzerinden Afganistan'da bırakılan Amerikan
askerlerinin ihtiyaçları giderilecek.
Bunun ötesinde ABD'nin, Orta Asya ülkelerini siyasi olarak korumak ve
desteklemek için bir dizi öneri hazırlamış olduğu da bir muamma değil.
Açıktır ki, bu gelişmelere
Rusya'nın sessiz kalmayacak, kendi çizgisinden çıkanı ve ABD ile ilişkileri
geliştirerek Rusya'nın çıkarlarına ihanet edeni fena halde cezalandıracaktır.
Sovyet Birliği'nin dağılmasından
sonra ABD'nin Avrasya'ya girişi ve ekonomik, diplomatik ve askeri adımları tek
taraflı oyundu. ABD, büyük oyunu karşı oyuncu yokken oynadı. Ama özellikle
Putin'in iktidara gelmesiyle durum değişmeye başladı ve Şanghay İşbirliği
Örgütü'nün (The Shanghai Cooperation Organisation - SCO)
kurulmasıyla Avrasya büyük oyununda ABD'nin rakipleri örgütlü olarak sahada
yerini aldılar. Şanghay İşbirliği Örgütü
Çin, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan tarafından 1996'da
yılında kurulmuş, 2001'de Özbekistan'ın
katılımıyla üye sayısını altıya çıkmıştı. Afganistan, Hindistan, Pakistan, İran
ve Moğolistan gözlemci; Türkiye, Beyaz Rusya ve Sri Lanka diyalog ortağı
ve ASEAN, CIS ülkeleri ve Türkmenistan
da misafir katılımcı statüsünde olan ülkelerdir.
Şanghay İşbirliği Örgütü, ABD ve
NATO'nun füze kalkanı sistemine cepheden
karşıdır. Bu sistemin Orta Asya
ülkelerine yerleştirilmesi imkansız gözüküyor. Bunun ötesinde bu ülkeler bir
taraftan NATO'dan uzak durmaktan, diğer taraftan da bölgesel savaş sorununun
bölgesel çözülmesinden yanalar. Bu anlamda
SCO,
“bağımsız, tarafsız ve barışçıl” bir Afganistan talep ediyor. Afganistan
sorununu bölgesel çözmek için olsa gerek bu ülke SCO'ya gözlemci statüsüyle
kabul edildi. Bunun Türkçesi şu anlama geliyor: Rusya ve Çin, ABD'nin ve diğer
batılı emperyalist ülkelerin Afganistan'daki nüfuzunu silip atmak için her şeyi
yapmaya hazırlar. Avrasya'nın baş oyuncuları olan ABD, Rusya ve Çin biliyorlar
ki, Afganistan'dan kovulan ABD, aynı zamanda Orta Asya'dan da kovulan ABD
olacaktır.
SCO, NATO'nun Libya'ya “insancıl
müdahalesi”ne ve yaptırımlara karşı çıkmıştı. Şimdi Suriye sorununun siyasi
diyalogla çözüleceğini savunmaktadır. Tabi
İran sorununun da siyasi diyalogla çözümleneceği bu örgüt tarafından
savunulmaktadır.
SCO, İran'ın askeri olarak
vurulmasına karşıdır, İran'a karşı bir savaşı reddediyor, ama aynı zamanda
İran'ın atom bombasına sahip olmasını da kabul etmiyor.
SCO, Nato'laşır mı, burası
bilinmez. En azından mevcut ilişkiler, özellikle Rusya-Çin ilişkileri- böyle
bir gelişmenin kolay kolay olamayacağına bir işarettir. Ama SCO ülkeleri
arasında sıkı bir ekonomik işbirliği gelişebilir. Bir SCO-Gelişme Bankasının kurulması adımı
buna bir işarettir. Ticari olarak da Rusya, Orta Asya ülkelerinin en önemli
ortağı konumundadır.
İlginç görülebilecek gelişime,
Türkiye'nin bu yılın Haziran ayında SCO'ya “diyalog ortağı” olarak
katılmasıdır. Füze kalkanı sisteminin bir kısmının Türkiye'de
konuşlandırılmasına rağmen böyle bir adımın atılması ve karşılık bulması,
mutlaka ki Türkiye'nin “taraf” değiştiriyor olduğu biçiminde yorumlanamaz. Ama
dikkate değer bir durum.
Pakistan ve Hindistan da henüz
tam üye değiller. Ama bu ülkelerin de üye olmaları durumunda SCO, Hindistan'a
kadar uzanan Avrasya alanında, görece dar bir alanda dünya hakimiyeti kurma
yeteneğine sahip en azından üç ülkenin -Rusya-Çin ve Hindistan- tepindiği bir
alan olacaktır.
Bu arada NATO da boş
durmamaktadır. Türkmenistan hariç diğer Orta Asya devletleri NATO'nun Şikago
zirvesine davet edildiler.
SCO ortaklık, NATO ise askeri üs
derdinde. NATO ve SCO çarpışma rotasında mı ilerliyorlar sorusu erken bir soru
olur. Rusya ile Çin arasındaki rekabet ve Hindistan üye olduktan sonra bu ülke
ile Çin arasındaki rekabet, SCO'dan NATO gibi bir yapılanmanın çıkmasına pek
izin vermeyeceğe benzemektedir. Ama Rusya Dışişleri Bakanına göre SCO,
bölgedeki bütün krizlerin üstesinden gelebilecek, bölgeyi de aşan sorunlara
müdahil olacak ortak bir politika geliştirmek göreviyle karşı karşıyadır.
SCO ve NATO açısından Özbekistan
başlı başına bir sorundur. Bu ülkenin yanı sıra Türkmenistan ve Tacikistan da
sorundur. Afganistan'a giriş bu ülkeler üzerinden gerçekleşiyor. Bunlar bu
bakımdan transit geçiş ülkeleri konumundalar. Bunun karşılığını da görmek
istiyorlar. Bu ülkeleri kim -SCO veya NATO- ihya ederse kazanan da o olur diye
düşünmenin yanlış bir yanı olmaz.
Orta Asya'da NATO'nun ve SCO'nun
amacı kesinlikle güvenlik değildir, demokrasi hiç değildir. Amaç ABD'nin Orta
Asya ülkeleriyle ittifak içinde Rusya ve Çine' karşı mücadelesi, bu iki ülkenin
bölgedeki etkisini kırmasıdır. Aynı şekilde Rusya ve Çin de bu ülkelerle
ittifak içinde ABD'nin bölgedeki nüfuzunu kırmak için mücadele etmektedir.
ABD'nin Avrasya jeopolitikasını
gerçekleştirmek için Avrasya'da tek yanlı başlattığı büyük oyun şimdi, karşı
oyuncuların yer aldığı sahnede yeni bir aşamaya giriyor.
Sovyetler Birliği ve revizyonist
blokun dağılmasından bu yana ABD, Doğu Avrupa'da, Orta Asya'daki bir çok
devlette, eski Yugoslavya'da, Irak'ta, Libya'da, Afganistan'da, Pakistan'da,
Irak'ta etkisini artırdı. Amerikan emperyalizminin bu dönem içinde bu
bölgelerde güçlenmesini ifade eden her adım veya ortaya çıkan her çelişki,
Rusya ve Çin ile doğrudan karşı karşıya gelme sürecini kısaltıyor. Özellikle
ABD'nin Rusya'nın 'arka bahçem' dediği alanlarda; Kafkasya, Hazar Havzası ve
Orta Asya'da etkili olması, Rusya ve Çin ile rekabetini keskinleştiriyor.
Amerikan emperyalizminin
çıkarlarına tabi olan bir İran, ABD'nin Rusya ve Çin'deki politik ve etnik
farklılıkları, çelişkileri daha kolay kaşımasının önünü açacaktır. Çin'in de
Sibirya'da gözünün olduğunu düşünürsek, Amerikan emperyalizmi bu sorunu da
kaşıyarak Rusya ve Çin'in kendisine karşı ortak hareket etmelerini, SCO'nun
gelişimini engellemeye çalışacaktır.
Emperyalizm her şeye muktedir
değildir. Bölge halklarının, işçi sınıfı ve emekçilerin de söyleyecekleri bir
söz vardır mutlaka. Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi bu sözü şimdilik hepimiz
adına söylemektedir. Bölgemizde ve söz
konusu üç bölgedeki gelişmeler sorunların emperyalizm tarafından ne derece
aynılaştırıldığını; her bir bölge ülkesinde işçi sınıfı ve emekçi yığınların
hemen aynı sorunlarla, baskıyla, sömürüyle karşı karşıya olduklarını
göstermektedir. Bu demektir ki, tek ek ülkelerde yükselen mücadeleleri bölgesel
çapta birleşiştirmenin, örgütlemenin, bölgesel devrimleri gerçekleştirmenin
maddi koşulları vardır. Emperyalizmi bölgemizden kovmanın, işbirlikçilerinin
iktidarını yıkmanın, özgür ve demokratik bir Ortadoğu oluşturmanın böyle bir
mücadeleden geçeceğinden kim şüphe edebilir ki!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder